İsmail Hakkı Özsarı
“Yüzü güzel oldu mu kırk günde doyarsın, gönlü güzel oldu mu ömür boyu doyamazsın.”
Bu cümleyi üniversite öğrencisiyken bir düğün merasiminde duymuştum. O an “İşte bu, aradığım çözüm bu!” demiştim. O günden bu güne bu sözü unutmadım ve o sözün doğruluğunun ispatlandığına defalarca şahit oldum.
Gönül güzelliği… Ne kadar huzur ve güven verici bir kavram…
Yaşadığımız çağda böyle değerlere ne kadar da muhtacız. Sabahtan akşama kadar bütün iletişim organlarında en çok duyduğumuz sözcükler vücut güzelliğimiz ile ilgili. Kısa sürede zayıflamayı sağlayan formüller, saç çıkaran şampuanlar, cildi gerginleştiren losyonlar, tüyleri yok edici kremler… İnsanlar, dışlarını güzelleştirmek için harcadıkları çabanın yarısını iç dünyalarını güzelleştirmek için harcasa dünyada kin ve nefret anında yok olurdu.
Günümüzde aşk ile şehvet karıştırılıyor. Şehvet geçici bedensel bir duygudur ve kısa süreli mutluluk verir, aşk ise yürekte yeşeren, vazgeçilmesi imkansız bir duygudur ve o seni ömür boyu mutlu eder.
Aşık olduğuna kavuşsan da kavuşmasan da, iki hissin kıyaslaması bile abestir. Ne yazık ki bırakın kıyaslamayı birbirinin yerine koyup şehveti bize aşk diye yutturuyorlar. Sonra da “Evlenince aşk biter mi?” diye soruyorlar. Sen şehveti aşk zannetmişsen tabi ki biter.
Bütün mesele bakış açısını değiştirmek. Gerçek şu ki, insanlar bağımsız düşünemiyor.
Televizyonda izlenen diziler, filmler; internette hazırlanan sayfalar; gazete ve dergilerdeki yayınlar bizlere sürekli dış görünüşün ne kadar önemli olduğunu fısıldıyor.
Kulaklarına bu yanlış anlayışın fısıldandığı talihsiz insanlar bütün mesailerini güzel görünmek için harcıyorlar. Kozmetik ürünlere, yeni çıkan gösterişli giysilere elde avuçta ne varsa ödüyorlar.
Dış görünüş tuzağına en fazla düşenler bayanlar oluyor maalesef. Doğru olduğuna inandıkları için erkeklerin şehvetine hitap eden güzelliklerini sergileme yarışına giriyorlar. Artık kadınların cesareti, eteklerinin kısalığı ve dekolte giysilerin açıklığıyla ölçülür oldu. Oysa eskiden kurtuluş savaşında gösterdikleri kahramanlıklarıydı örnek gösterilen.
Erkeğini kendine şehvetten başka bir bağla bağlayamayan bir kadın her an vazgeçilme korkusuyla yaşar. Çünkü aynı erkek kendisinden daha fazla hoşlandığı bir kadının peşinden gidebilir. Bu tedirginlik, kadın için ömür boyu sürecek bir işkencedir. Erkeğinin gönlünde taht kuran kadın ise ömür boyu vazgeçilemez, erkek onun her yönünde ayrı bir güzellik bulur. Aynı şey kadın için de geçerlidir.
Şair; “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa.” demiyor mu?
Sizlere iki örnek vererek cümlelerimi tamamlamak istiyorum.
Bir gözü görmeyen birisini gönülden seven kişiden şunu duyabilirsiniz: “Bir gözü görmüyor; ama o gören gözüyle öyle derin bir bakışı var ki insanın ta yüreğine işliyor.
Bir ayağı topal birisini gönülden seven kişiden de şunu duyabilirsiniz: “O aksayan ayağıyla keklik gibi öyle bir sekişi var ki…”
DUYGU SUÇU
Duygu suçu da ne demek oluyor diye soranlarınız olabilir. Haklısınız yasalarımızda böyle bir suç tanımı bulunmuyor. Ama en yaygın suçun, bu suç olduğunu söylesem şaşarsınız değil mi?
Bakın bizler duyguları ayıplayan, küçümseyen, aşağılayan, yasaklayan bir toplumda yaşıyoruz. Duygularımızı gizlemeyi öğreniriz. Duygularımızı küçültmeyi öğreniriz. Duygularımızı bastırmayı öğreniriz. Giderek içimize dönük yaşamaya alışırız. Zamanla yaşamdan zevk almadığımızı anlarız. Hayat anlamsızlaşır.
Oysa bizi biz yapan, en zengin yanımız duygu dünyamızdır. Sevmek, beğenmek, kızmak, kırılmak, öfkelenmek, şaşmak, hayal kurmak…
İşte bizim duygularımız!.
Kendimizi bu duygulara kapatırsak nasıl tatsız tuzsuz bir yaşam olur.
Bir de bizler duygularımızı birbirimize söyleyemeyiz. Anneler, babalar çocuklarına onları sevdiklerini söyleyemezler. Çünkü onlara söylenmemiştir. Çocuklar da anne-babalarına sevgilerini söyleyemezler. Erkek kadına duygularını söyleyemez. Söylese erkekliği zedelenir. Çünkü ayıp olduğunu öğrenmiştir. Kadın erkeğe duygularını açamaz. Çünkü o da ayıp olduğunu öğrenmiştir. Sonra kadınlığına yakışmaz.(!)
Birini severiz söyleyemeyiz. Sevmeyiz söyleyemeyiz. Birinden bir şey istemek gerekir, isteyemeyiz. Böyle olunca da; “Ne bileyim ben senin cama geldiğini, candan sevdiğini” olur.
Söyleyemeyince de, söyleyemediklerimiz davranışlarımıza yansır. Bazen de istediklerimizin tersini yaparak karşı tarafa fark ettirme gayreti içerisine gireriz. Böylece davranış dili dediğimiz dili kullanırız. Yüzümüz asılır, kaşlarımız çatılır. Bakışlarımız değişir vb. Al sana mutsuzluk nedeni.
Bir de hep anlaşılmayı bekleriz. “Beni anlasın, beni anlamalı, beni anlamıyor, öyle anlayışsız ki.” Bunun yanında önce kendimizin karşımızdakini anlamaya çalışsak nasıl olur acaba?
Pekiyi bu döngü böyle devam etmeli mi? Elbette hayır. Ya ne yapmalıyız?
Çok basit; Duygularımızı tanımalıyız. Duygularımızı önemsemeliyiz. Onlara anlam ve değer katmayı öğrenmeliyiz. Duygusal gelişiminin önemini kavramalıyız. Kendimizden başkalarının da duyguları olduğunu ve onların da değerli olduğunu düşünmeliyiz. Duyguları küçümsemenin yanlış olduğunu bilmeliyiz. Kısaca duygu eğitimi yapmalıyız.
Duygulanmakla efkârlanmak aynı şey değildir. Duygularımız zayıflığımız değil aksine gücümüzdür. Sevgimiz gevşekliğimiz değil, gücümüzdür. Duyguları özgür olmayan insan özgür değildir.