İsmail Hakkı Özsarı
Masallarda canavarın tanımı şöyle yapılır: Alevden bir dili olan, kuyruğu çatallı, yarısı yılan yarısı gergedan olan acayip bir yaratık.
Bu gidişle yakın zamanda kendimizi aynada tanıyamayacağız. Neden mi?
Şehirlerarası yolda gidiyorsunuz. Yol kenarında bir uyarı “TRAFİK CANAVARI OLMAYIN.” Tam o sırada sağ tarafınızda hışım gibi bir otomobil geçiveriyor. Ya da şehir içindesiniz, arkanızdan gelen araba sizin solunuzdan, önünüzdekinin sağından öyle bir geçiş yapıyor ki neredeyse çarptı çarpacak. Bizler böylelerine “TRAFİK MAGANDASI” deyip geçiyoruz oysa yapılan araştırmalara göre trafikte canavarlaşan erkeklerin birçoğunda cinsel yetersizlik olduğu saptanmış.
Gerdek gecesi başarısız olan erkeğin, gelini öldürmesi ve ardından “ne yapayım kız çıkmadı” diye kendisini savunması cinsel başarısızlığı canavarlaşma nedenlerinden biri olduğunu desteklemiyor mu?
Canavarlığın soyu, sopu, ulusu, ırkı, mesleği, yaşı, adı, sanı yok. İnsan dediğin yaratık içinde yaşadığı ortamda canavarlaşıyor. O doğduğunda saf ve temizdir.
Canavarlık giderek artıyor. Gencecik insanlar kendilerini birer canlı bomba haline getirip yüzlerce insanın ölümüne neden olabiliyor. Yetmiyor, ölen insanın anısına stadyumlarda yapılan saygı duruşlarını yuhalayan bir başka tür canavarlar çıkıyor ortaya.
Televizyonlarda “TEKBİR” sesini duymaya korkar olduk. Zira her tekbirde bir insan canı alınıyor. Hem de kafası kesilerek.
Bütün bunları yapanlar ne yazık ki canavarlığının bilincinde değiller. Üstelik kendilerini iyi insan zannediyorlar.
Az veya çok giderek hepimiz canavarlaşıyoruz. Acımasızlığımız gün be gün artıyor. Yüreklerimiz kin, düşmanlık, kötülük, nefret ile doluyor.
Sevgili okurlarım, bu dünya hepimize yeter. Biraz akıl, biraz paylaşımcılık, biraz hoşgörü gerekiyor.
Her şey rağmen bu dünyada güzel şeyler var. Yeter ki görmesini bilelim. Çevrenize şöyle bir bakın: dudaklarıyla değil, ruhlarıyla gülen insanlar göreceksiniz. Onlar size yalnız olmadığınız düşündürecek.
Güzelliğin alıcısı her zaman var. Yeter ki sizde güzelliklere karşı sevgi, aşk olsun. Aşık Veysel ne demiş: “Güzelliğin on para etmez bendeki bu aşk olmasa.”
OLGUNLAŞMAMIŞ ERİŞKİN
Her şeyden şikayet eder ama kendisi kılını kıpırdatmaz. Bu dünya batsındır, çünkü o çok talihsizdir. Hayat hiç bir zaman yüzüne gülmemiştir. Anası, babası, yakınları tarafından desteklenmemiştir, bu yüzden de başarısızdır.
Memlekette işler kötüye gitmektedir ama kimsenin de bir şey yaptığı yoktur. Kendisi ise tek başına ne yapabilir ki? Devam edelim; Hiç bir şeyi beğenmez, değiştirmek için de gayret göstermez. Kitap okuyanlara, yazı yazanlara ‘okuyorlar, yazıyorlar da neyi değiştirebiliyorlar?’ diye de burun kıvırırlar. Hiç bir partiye oy vermemeyi övünerek savunurlar ancak en çok istemedikleri partiye pasif destek sağladıklarının farkında değildirler. “Evet çalıyorlar ama işi de yapıyorlar” diyerek hırsızlığa, yolsuzluğa prim verirler.
Sevgili okurlarım; kahvehanelerde, lokallerde, lokantalarda, köşe başlarında ağızlarında bu tür söylemler olan, sözüm ona bir takım erişkinlere sıkça rastlarsınız. Bu tür kişiler için “Olgunlaşmamış erişkin” tanımı kullanılır. Böyle “olgunlaşmamış erişkinler”in yetişmesinden başta ana- babalar olarak tüm toplum sorumludur. Yüksek okullar bitirip diploma sahibi olmak başka bir şey, çocuk yetiştirmeyi bilmek başka bir şeydir. Ne yazık ki ülkemizde beş bin liralık eski bir otomobili kullanabilmek için bakın neler istenir; Sağlık raporu, trafik bilgileri, motor bilgileri, ilk yardım ve sağlık bilgileri. Tüm bunlardan geçerli not aldığınızda ancak o zaman bu demir parçasını kullanabilme hakkına sahip olursunuz.
Peki yarınlarımızı emanet edeceğimiz çocuklarımızı yetiştiren anne- babalardan bu konuda yeterli bilgi ve beceri isteniyor mu? Bu tür kişilikteki bir insanın yetişmesine hangi tutum ve davranışlar neden oluyor, gelin beraber inceleyelim.
Birincisi; eğitim süresi içinde üretim yoktur. Böyle olunca da çocukta üretmiş olmanın ve işe yaramanın doyumu yaşanamıyor. (Bu konuda Köy Enstitüleri çok iyi örneklerdir.)
İkincisi; Ana- baba tarafından çocuğun her istediğinin yerine getirilmesi.
Üçüncüsü; Ana- babanın “Ben yapmadım çocuğum yapsın” anlayışında olması.
Dördüncü olarak; Ana-baba çocuklarına özgürlüklerini yaşatalım derken, onu yaşam sorumluluğundan uzak tutması. Ve yine küresel kapitalizmin körüklediği tüketim çılgınlığı çocuğu esir alıyor. Böylece ergen kendi kişiliğini tükettikleri ile özdeşleştiriyor.
Sevgili ana-babalar; çocuklarınıza çok çok paralar veremeyebilirsiniz, marka marka giysiler alamayabilirsiniz onları muhteşem konutlarda yaşatamayabilirsiniz ama siz iki şeyi verebilirsiniz, çünkü onların maliyeti yoktur: SEVGİ ve SORUMLULUK! Unutmayın yaşamak sorumluluk ister.