İsmail Hakkı Özsarı
Ünlü düşünür Ray Bilungton şöyle der: “Emlakçılara ve muhasebecilere öğretmenlerden ve düşünürlerden daha çok değer veren bir ülke, aslında dükkan sahiplerinin ülkesi haline gelmiştir.”
İnsanlar, yüksek yüksek okullar bitirebilirler. Yaldızlı diplomaları olabilir. Çok zengin olabilirler. Ama aynı zamanda cahil kalmış da olabilirler.
Çevrenizde ne kadar çok diplomalı cahile rastlarsınız. Böyleleri cahildir, cahilliğini kabul etmez. Asıl tehlikeli cahiller bunlardır.
Eğitip, meslek kazandırmaya çalıştığımız kişileri, gözünü hırs bürümüş, yükselmek için başkalarını çiğnemekten çekinmeyen, açıkgözlülük yaparak köşe dönmeyi akıllılık sayan bireyler haline getirdiğimizin farkında mıyız?
Yıllardır yaptığım gözlemlerde, eğitim konusunda edindiğim izlenimleri özetleyecek olursam: Öğrencilerin, öğretmenlerin, ana babaların, hepsinin kafalarının karışık olduğudur. İnsanlara çok bilgi edindiriyor ancak iş yapabilme becerisi kazandıramıyoruz.
Oysa eğitimin asıl amacı; bireyin algılama yeteneğini geliştirmek, problemlerini çözme yeteneğine sahip, kendi ayakları üzerinde durabilen, demokratik davranmayı öğrenmiş, çağı anlayıp yorumlayabilen, soran, sorgulayan, düşünen, düşündüren “adam gibi adam”lar yetiştirmek olmalıdır.
Eğer bu işi bu şekilde başaramıyorsak bir sorun var demektir.
Sorunun çözümünü; bedava kitap dağıtmakta, derslik sayısını arttırmakta, okulları modern araç gereçlerle donatmakta görüyorsak, yanlış yoldayız demektir. Yanlış anlaşılmasın, bu saydıklarımı gözardı edelim demek istemiyorum.
Bunlar asıl amaca ulaşmak için araçlardır. Eğiticilerin niteliklerinin arttırılmasından işe başlanmalıdır. Çünkü eğitici önce kendisi “Neyin niçin yapıldığını” bilmelidir. Çağdaş eğitimde çocukların, gençlerin beyinlerini dogmalardan, tabulardan, önyargılardan uzak tutmamız gerekir.
En güzel öğrenme “Yaparak, yaşayarak” öğrenmedir.El becerileri kazandırma eğlenceli hale getirilmelidir. Zaten “Zeka madde ile oynama gücü” değil midir?
Çocuklara bilgi üretmenin, öğrenmeyi öğrenmenin zevkini aşılayalım. Çocuğun maddeye dokunuşu keyifli ve ustaca olsun. İşte zeka o zaman elden kafaya doğru çıkar. Başkalarının ürettiği bilgileri ezberletmekle bir yerlere varılamayacağı anlaşılmalıdır artık.
İsmail Hakkı Tonguç, Atatürk tarafından köylerdeki koşulları incelemek üzere görevlendirilir.
Tonguç’un raporu kısaca şöyledir: “Çocukların hemen hemen hepsi öğrenmiş oldukları bilgileri, hatta bazıları okuma ve yazmayı da unutmuşlardır.”
Bunun üzerine İ.H.Tonguç derhal yeni bir eğitim anlayışı içeren köy enstitülerini kurar. Köy enstitülerinin nasıl bir eğitim verdiğini birçok yazımda anlattım.
Başka devşirme, ithal modeller aramaya gerek yoktur. Bizim bildiğimiz, bize en çok uyan model önümüzde duruyor.
Yoksa daha çok; sigorta telini takamayan fizikçi, enjeksiyon yapamayan sağlıkçı, dilekçe yazmayı beceremeyen edebiyatçı vs. Yetiştirmeye devam ederiz.
Eğitim zamanla kendiliğinden düzelmez. Ancak bilinçli bir kararlılık ister. Aksi halde; siz zamanı kullanmazsanız, zaman sizi kullanır. Öncelikli sorun “Neyi niçin yaptığımızı” bilmekte yatmaktadır. Yeni öğretim yılınız başarılı ve mutlu olsun!
SİZ HANGİ GRUPTANSINIZ?
Açık denizlere yolculuğa çıkacak olan kaptan, sefere çıkmadan önce yanına tayfa arıyormuş. İlanlar vermiş. Çevreye haberler salmış ve sonunda limanda beklerken üç kişi yanına gelmiş.
Birisi şöyle demiş: “Kaptan, dünyanın en iyi gören adamı benim. İnsanlar içinde benden daha keskin gözlüsü yoktur.”
Ötekisi de: “En hassas kulak bendedir” demiş. “Kâinatın en iyi duyan adamı benim.”
Kaptan, durumdan memnunmuş. Üçüncüye dönmüş; “Senin marifetin nedir?” diye sormuş.
Üçüncü tayfa, “Benim canım sıkılır kaptan” demiş. Kaptan, “Nasıl yani?” diye sormuş. “İşte, basbayağı canım sıkılır kaptan” diye yanıtlamış.
“Eh bakalım, üçünüz de gelin” demiş kaptan. Birkaç gün sonra gemi denize açılmış. Açık denizlerde fırtınalara yakalanmış, aylarca kara görmeden yönlerini kaybederek, umutsuzca yol almışlar.
Bu karanlık günlerden birinde, iyi gördüğünü söyleyen tayfa, elini gözüne siper ederek “Müjdemi isterim kaptan” demiş. “Buraya tam yedi günlük mesafede bir deniz feneri gördüm. İçinde de aksakallı, yaşlı bir fenerci var.”
Kulağı çok iyi duyan tayfa geri durur mu? “Evet kaptan, arkadaşım doğru söylüyor” demiş. “Yaşlı fenerci merdivenlerden inerken ayak seslerini duydum. Hatta gözünden gözlüğü düşürdü, tık diye bir ses çıktı.”
Sıra üçüncü tayfaya gelince O da şöyle söylemiş: “İşte kaptan, benim bunlara canım sıkılıyor!”
Gelelim günümüz Türkiye´sine. Bana göre herkes kendini bu fıkradaki tiplerden birine yakın hisseder. Meselâ ben kendimi üçüncü tayfaya yakın buluyorum. Neden mi? Gazeteleri okuyorum, canım sıkılıyor! Televizyon izliyorum, canım sıkılıyor! Hele bazı kanallara hiç tahammül edemiyorum. Bazı yetkililer toz pembe bir dünya tablosu çiziyorlar.
En başta kendi yaşantıma bakıyorum, canım sıkılıyor! Haksızlıklara tanık oluyorum, canım sıkılıyor! Haydi, birisini söyleyeyim. İnanır mısınız? Kendimi körler ülkesinde görerek yaşayanlar gibi hissediyorum ve acı çekiyorum!