İsmail Hakkı Özsarı
Kendisiyle hesaplaşmayan insan sürekli huzursuzluk içindedir. Sorunlarını sürekli başkalarına yansıtır. (sorunlarını paylaşmak ayrı bir şey, yansıtmak ayrı bir şeydir). Hep birileriyle uğraşır. Bir şeyleri dert edinir. Başkalarının dertlerini temsil eder. (Dert babası değildir). Aslında derdi kendisidir. Kendisinden, kendisiyle hesaplaşmaktan kaçmaktadır.
Kendi içinde hesabını göremeyen insan, başkalarıyla hesaplaşmaya kalktığında son derece acımasızdır. Ne denli öfkeli, ne denli şiddetten yana davranırsa o ölçüde kendi sorunlarını unutmaktadır.
İnsanımız neden böyle davranıyor?
Neden kendi iç hesaplaşmalarını yapamıyor?
Neden sorunlarını başkalarına aktararak rahatlamaya çalışıyor?
Böyle olmasının en baş nedeni yetiştiriliş biçimidir. Aşırı korunarak yetiştirilen insan hiçbir zaman kendisi olamıyor ve içinde sürekli bir korku taşıyor.
Hayatını başkalarının isteği ve planına göre düzenlediği için, çareyi de hep kendi dışında arıyor. Sorumluluk almaktan kaçıyor. Çünkü hayatının ilk dönemlerinde kendisine sorumluluk verilmemiştir.
Oysa kendi sorumluluğunu alabilen insan, kendi hayatını yönetebilme gücüne sahiptir.
Bizim insanımız ise hep başkaları tarafından korunmaya alıştırıldığı için, kendi sorumluluğunu alamıyor. Kendi hayatını yönetemiyor.
Bütün bunları önce ailesinden bekliyor. Sonra ailenin yerine devlet geçiyor, siyasiler geçiyor, hükümetler geçiyor. İstediği her şeyi kendi dışındaki kişi ve kurumlardan bekliyor.
Adam kapısının önündeki pisliği bile temizlemiyor. “Devlet temizlesin” diyor.
Peki, bu sorun nasıl çözülebilir?
İnsanımızı önce eğitmeliyiz. İnsanımıza kendine güvenmeyi öğretmeliyiz. İnsanımıza kendini eleştirmeyi öğretmeliyiz. İnsanımıza kendi sorumluluğunu öğretmeliyiz. İnsanımıza kendi olmayı, birey olmayı öğretmeliyiz. İnsanımıza kendini denetlemeyi öğretmeliyiz. İnsanımıza hak, adalet duygusu nedir? İnsan emeğine saygı nedir? Bunları öğretmeliyiz.
Eğer bütün bunları öğretemiyorsak; derhal futbol sahalarına koşmalarını öğütleyelim. Koşsunlar ki arada; Kendilerinden başka herkese kızsınlar.
Kendilerinden başka herkese bağırıp, çağırıp küfürler etsinler.
Hakemi suçlasınlar. Futbolcuları suçlasınlar. Rakip takımın seyircisini suçlasınlar. Takımları yenilecek olursa tribünlerdeki koltuk kanepe ne varsa söküp atsınlar. Ve rahatlasınlar.
KİMİLERİ YAŞLANIR AMA OLGUNLAŞAMAZ
Çevrenizi gözlemlediğinizde, yaş aldığı halde olgunlaşamayan birçok insana rastlarsınız. Öyleleri özellikle göbeğine kadar sakal bırakıp, başlarına bir de yeşil takke geçirdiler mi çevrelerine durmadan ahkâm keserler. İki sözlerinin biri “Senin aklın ermez. Ben şu kadar yaştayım. Sen ne bileceksin v.s.” gibi sözlerdir.
Nasıl davranırlarsa davransınlar, ne yaparlarsa yapsınlar daima saygı beklerler. Çünkü kendilerine göre yaşlıdırlar. Oysa bilmezler ki sadece yaşlı olan saygı görmeyi hak etseydi, en çok saygıdeğer olanlar kaplumbağalar olurdur. Çünkü en uzun yaşayan onlardır.
Yaş almanın beraberinde getirdiği bir takım davranış modelleri olmadır.
İnsan yaş aldıkça kendini kanıtlama çabasından kurtulup kendini anlama çabasına geçmelidir.
Kimi yaşlılar hala kendilerini beğendirme çabası içindeyken bazıları da beğenilme arzusundan vazgeçerler. Dünyayı daha rahat bir gözle seyrederler. Bu dönemde kişinin nasıl göründüğü değil dünyayı nasıl gördüğü önemli olmalıdır.
Yine yaş almış bir insan; altın değil, sarraf olmalıdır. Aktör değil, yönetmen olmalıdır.
Eğer bir insan tüm bu özellikleri iç disiplini içinde özümsemişse hiç şüpheniz olmasın o dünyanın nirengi noktalarından biridir.
Böyle bir insan terazidir. Böyle bir insan diğer insanlar için ayar ölçer. Yine aslında attığı şey paha biçilemez bir tarihi eserdi ve böyle insanlar paha biçilmez antika eserler gibidirler.
Bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Yaş almış, tecrübe kazanmış insanlar ne kadar değerli olurlarsa olsunlar, kimileri tarafından kaile alınmazlar. Önemsenmezler. Bu neye benzer biliyor musunuz?
Adam tarlasını sürüyor, pulluğuna bir şey takıldı. Çekti çıkardı. Öyle baktı, böyle baktı bir şeye benzetemeyip kaydırdı attı. Bu antika eser işi bilenin eline geçtiğinde paha biçilemez bir değer olarak hak ettiği yerde yerini alır.
Yaş almış, bilgili, deneyimli insanlar da tıpkı antika eserler gibidir. Toplum böylelerini harcamayıp bilakis onlardan yararlanmasını bilmelidir.
Yine bazı insanlar hiçbir zaman bu noktaya gelemezler. Son soruları “Acaba beni beğeniyorlar mı” olur. Bazıları da iç dünya zenginliği sayesinde manevi birer otorite olurlar.
Birinci gruptakiler telaşlı, ikinciler ise sakindir.
Şahsen ben nice insanlar tanıdım, altmışlı yetmişli yaşlarına gelmişler. Ham meyve gibiler. Ormanlarına balta girmemiş. Ana-baba-kardeş-bacı acısı, yokluk- yoksulluk görmemişler.
Bıçak dövüldükçe keskinleşir. Yaş dediğin insan bilgelik olgunluk getirmelidir.