İsmail Hakkı Özsarı
Yirminci yüzyılın en büyük manevi öğretmenlerinden biri olarak tanınan OSHO, gülmek hakkında bakın neler söylüyor: “Gülmek dindarlığın özündedir.” “Gerçek bir kahkaha dua ve şükran yerine geçer.” “Gülmek, çiçek açmaktır.”
Gerçekten de endişe ve gerginliklerden arınmış, dingin gülümseyen bir yüz, karşısındakine huzur verir. Bu nedenle olmalı ki gülmek dinimizde de “sünnetten” sayılmıştır. Ama gelin görün ki toplumumuzda gülmek hoş karşılanmaz. Hatta ayıp bile sayılır.
Gülmekle ilgili sözüm ona ciddi kılıklı(!) insanlar tarafından abuk sabuk bir takım söylemler üretilmiştir. “Çok güldük ağlamayalım.” “Pişmiş kelle gibi sırıtma.” “Karı gibi gülme.” “Vara yoğa gülme.” “Ağır ol da molla (adam anlamında) desinler.” Daha birçokları…
Çok beğendiğim bir Uzakdoğu Atasözü var: “Gülerken göbeği oynamayan insandan kork.” Yani demek istiyorlar ki, ruhunla ve bedeninle beraber gül. Çünkü gülmek, bölünmüş parçaları birleştirir. Dağınıklığı giderir. Oysa insan düşünürken, yürürken bedeni ve ruhu ayrı ayrıdır. Ama içten bir kahkaha atarken bedenin ve ruhunun birleştiğini hissedersin. Zaten meditasyon dene öğreti de bu değil mi ki?
Keza insan ağlarken de beden ve ruh birlikte çalışır. Yani ağlamak da meditasyon sayılır. Söz gülmekten açılmışken gelin sizi birkaç fıkrayla gülümsetmeye çalışayım.
Fıkra 1-
Adamın biri köpek tarafından ısırılmıştır. Yarası bir türlü iyileşmez. Bu yüzden doktora gider. Doktor da ona köpeği getirmesini söyler. Tam da doktorun şüphelendiği gibi köpek kuduzdur.
Doktor: “Korkarım sana aşı yapmak için çok geç kalınmış.” Der.
Bunun üzerine adam doktorun masasına oturup telaşla bir şeyler yazmaya başlar. Doktor da: “Hemen vasiyetini yazmana gerek yok. Belki de işler zannettiğimiz gibi kötü gitmeyebilir.” diye teselliye çalışır.
Adam da: “Vasiyetimi yazmıyorum. Isıracağım insanların listesini yapıyorum.” der.
Fıkra 2-
Bir adam en az bir düzine çocukla otobüse biner. Yaşlı bir kadıncağız çocukların hepsinin adamın kendisinin olup olmadığını sorar. Adam da: “Tabi ki hayır, ben prezervatif satıcısıyım. Bunlar da müşteri şikayeti.” der.
AĞLAMA DUVARININ ÖYKÜSÜ
Ağlama duvarının ait olduğu kutsal tapınağın adı Beit Hamikdaş’tır. Tapınak M.Ö. 965 yılında Kral Salamon (Süleyman Peygamber) tarafından Kudüs’te inşa ettirilmiştir.
Yahudilerin bu kutsal tapınakları Beit Hamikdaş, M.S. 70 yılında yıktırılmıştır. İbret olsun diye de batı yönündeki duvarı bırakılmıştır. İşte batı tarafta kalan bu duvara zamanla Ağlama Duvarı adı verilmiştir.
Osmanlı ordusu 1516 yılında Mercidabık Savaşı’nda Memlüklüleri yenmesiyle Yavuz Sultan Selim, 30 Aralık 1516 yılında Kudüs’e girdi. Gördüğü manzara karşısında şaşırdı. Şehirde tam bir başıbozukluk hakimdi. Dinler arası savaş düzeyinde gerginlik hüküm sürüyordu.
Yavuz Sultan Selim ilk iş olarak bütün dinlere güvence verdi. Her dinden olan kişi ibadetini serbestçe yapabilecekti. Bu arada padişah, Romalılar tarafından yıkılan tapınaktan geri kalan ağlama duvarının bulunmasını istedi.
Oğlu Süleyman ile şehrin içinde gezintiye çıktı. Bir ara başında koca bir sepet bulunan yaşlı bir Hıristiyan kadınla karşılaştı. Kadına sepette ne olduğunu sordu. Kadın da sepetin içinde çöp ve hayvan gübresi var diye yanıtladı. Padişah bunu duyunca çok şaşırdı. Kadın sepettekileri, Yahudilerin kutsal mabedinin bulunduğu yere dökeceğini, böyle yapmasını Hıristiyan din adamları tarafından emredildiğini söyledi. Böylece de zaman içinde tapınağın tamamen yok edileceğini anlattı. Sonunda Kudüs’te Yahudi izlerinin silineceğini söyledi.
Sultan konunun doğru olduğunu öğrendi. Hemen altın ve gümüş sikkelerden oluşan keseleri çöp dağının değişik yerlerine gömdürdü. Fakir halka kova ve kürekler dağıttırdı. Para dolu keseleri bulmak amacıyla on bin kişi otuz günde dağı dümdüz etti. Sonuç olarak ağlama duvarı bugünkü haliyle ortaya çıktı.