Dündar Özseçen
2014 yılında köylerimizden birinde yaşayan çalışkan mı alışkan, üretken mi üretken, namuslu mu namuslu, vefalı mı vefalı, çilekeş mi çilekeş bir Ali dayı ile tanışmış ve onunla yaptığım söyleşileri de siz Karacabeyli hemşehrilerim ile paylaşmıştım.
Ali Dayı ile yaptığım söyleşiler siz değerli YÖREM okurlarımızdan övgüler almış ve hatta karşılaştığım hemşehrilerim; “Ne oldu Ali dayıdan hayır haber yok mu?” diyerek serzenişte bulunmuşlardı.
İşte o Ali Dayıyı, Allah kabul etsin Aralık ayının 30’unda camiden öğle namazından çıkarken gördüm. Kapıdan çıkarken arkasından paltosunu çekerek sarıldım. Şaşkın şaşkın biraz da ürkek hemen döndü. Önce şapkasının ve gözlüklerinin altından bakarak tanımakta zorlandı;
“Oooo Dündar Bey sen misin?” diyerek her zamanki tavrı ile davrandı.
“Dayı hoşgeldin nasılsın” diyerek boynuna sarıldım.
“Ne hoş gelmesi be oğlum, ben artık Karacabeyli oldum, burada yaşıyorum” diyerek gözleri dolu dolu, dudakları titrek karşılık verdi.
Daha sonra koluna girdim, “Hadi gel bir kahveye gidip sohbet edelim” dedim. Yürüyüp kahvenin yolunu tuttuk.
“Oğlum birkaç röportaj yapmak için köye geldin, sohbet ettik ve işin bitti. Bir daha ne aradın ne sordun. Senin de seçim seçimden seçime gelen ve her geldiklerinde bizi çok sevdiklerini söyleyen, oylarımızı aldıktan sonra bir dahaki seçime kadar arayıp sormayan siyasilerden farkın yokmuş vallah. İşin bitti dostluk bitti. ‘Köylü milletin efendisi’ deyip ayağımızdan çarığı çıkartarak iskarpinle bizi tanıştıran, şehirli-köylü ayırmadan bizlere eşit vatandaşlık hediye eden Atatürk’ten sonra maalesef bizi adam yerine ancak çıkarları olanlar koydu. ‘Şehirde ne varsa köyde de o olacak’ dediler, bekleyip durduk. Bu bize pek de yaramadı. Belki evlerimizdeki düzen elektrik gelince değişti ama yaşamımız, işimiz, aşımız bozuldu.”
“Dur dayı, anlaşılan sen çok dolmuşsun” diyerek sözünü kestim. “Sen önce bunları bırak da ne iştir, yoksa sen de modaya uyup köyü terk mi ettin? Şehre mi taşındın?” diye sordum.
“Taşındım ya, ne yapacaktım taşınmayıp. Yengen her akşam başımın etini yemeye başladı. “İşte İbram’ın Hatçe’ler, Mustafa’nın Fatma’lar falan filan hepsi aldı başını gitti, etrafında komşu kalmadı. Bütün köydeki komşularımın evleri karardı. Bizim onlardan ne eksiğimiz var. Bıktım artık bu maşıngadan, her gün avlu süpürmekten. Şehirde ne soba varmış, ne maşınga. Doğalgaz bir güzel ısıtıyormuş evin her yanını. Gel bir de satılım şu inekleri, 3-5 birikmişimiz de var, alalım bir daire. İhtiyarlığımda rahat edeyim artık. Bak ama az ama çok devletimiz sana da bir emekli maaşı bağladı, 15-20 dönüm tarlamız da var, onu da kiraya verir gül gibi geçinip gideriz” diyerek beni ikna etti. Ve aldık başımızı sokacak bir daireye taşındık. Bıraktık 80 yıllık evi yurdu, kapısına vurduk kilidi.”
“Peki mutlu musun be dayı, yengem haklı çıktı mı?” diye sordum.
“Yengen mutlu mu bilemem ama ben mutsuzum be çocuk. Varsın maşınga olsun, varsın soba olsun, bu daire hayatı bana göre değil vallahi. Bana cezaevi gibi geliyor, dört duvar arasında dön dur. İşkenceden farkı yok yani. Biz alışmışız sobalı evde uyumaya, horozun ötüşü ile uyanıp kalkmaya. Sonra gidip hayvana bakmaya. Onun sabah sütünü sağıp taze süt içmeye, folluktan taze yumurtayı alıp kaynatmaya, fırından çıkan ekmeğe tereyağ sürüp yemeğe, bahçelerde iş olsun olmasın eşelenmeye, kapı önlerinde, kahvelerde veya duvardan duvara komşularla yarenlik etmeye alışmışık. Ama bu şehir hayatına alışamadım ben evlat. Bu şehre güya rahat etmeye geldik”
Sonra sustu, gözleri dolmuş ağlamaklı olmuştu. Belli ki köyünü özlemişti. Anılarıyla yüzleşiyordu. “Batsın böyle rahat” diyecek oldu sözü değiştirdim; “Alışırsın Ali Dayı alışırsın. Burada iş güç yok, yat Allah yat.”
Devamı haftaya…