Dündar Özseçen
3 Şubat Pazartesi sabahına yüreklerimizi yakıp dağlayan, 8 yiğidimizin Suriye topraklarında (bataklığında) hunharca ve kalleşçe şehit edilmelerinin acı haberi ile uyandık.
Bir akademisyen arkadaşım Ortadoğu ile ilgili olarak bana, “Bu topraklar lanetlenmiş topraklardır. Burada kan ve gözyaşı dinmez ve bitmez. Bu topraklarda asla barış ve huzur olmaz” demişti. Ancak ben onun bu görüşüne karşı çıkmıştım; “Bu topraklar insanoğlunun medeniyetler kurup tarımdan ticarete, hukuktan devlet düzenine geçişin önderliğinin yerleştirildiği topraklardır” diye karşılık vermiştim.
Tabii benim verdiğim cevap tarihin derinliklerinden bakınca hala geçerliliğini korumakta. Tarihteki kadim medeniyetlerin, tarihe damgasını vuran devletlerin hep bu coğrafyada kurulduğunu görmekteyiz. Ama bugün 20. yüzyıl içinde yaşananlardan yola çıkarsak arkadaşımın ne kadar haklı olduğunu anlıyorum. Çünkü her geçen gün artarak çoğalan, binlerce, yüz binlerce masumun yaşlı, genç, çoluk, çocuk, kadın demeden vahşice öldürüldüğü bir Ortadoğu ile karşı karşıyayız. Ve bir eli de bizim devletimize uzanan, bizim fidanlarımızı daha hayatlarının baharında aramızdan alan, ekonomik olarak etkileyen, çocuklarımızın okul parasını çalan, emeklilerimize, dul ve yetimlerimize, hülasa ulusal kalkınmamıza harcayacağımız imkanlarımızı, Ortadoğu’nun doymayan ve emperyalizmin uşaklığını yapan Arap Devletleri’nin despot yöneticilerinin ülkemiz ve devletimize kurdukları hain tuzakları bertaraf etmek için harcıyoruz.
Yazık, hem de çok yazık. Ne 1. Dünya Savaşı öncesi ne de 1. Dünya Savaşı sonrası yaşananlardan ders çıkaramadık. Ne bu Ortadoğu coğrafyasının etnik yapısını ne de siyasi yapısını çözebildik.
Oysaki tarih tekerrürden ibarettir. 1900’lü yıllarla 2020’li yıllar Ortadoğu coğrafyasında belki görsel olarak bazı değişiklikler sağlamış, yaşamın bazı tutucu kalıplarını kırmıştı. Ancak, Ortadoğu insanın kaderi asla değişmemiştir. Ölüm ve gözyaşı yaşamın bir parçası olmuştur.
20. yüzyılla birlikte Allah’ın kendisine sunduğu yeraltı zenginliklerinin (enerjinin) bir türlü keyfini çıkarıp barış içinde huzurlu bir hayatı asla oluşturamamıştır. Bölge halkları etnik ve mezhepsel düşünce, ayrılıkçılık fitne ateşleri ile bölünmüş parçalanmış, bu oyunun kuruculuğunu da 1. Dünya Savaşı sonrası oluşturulan sözde devletler ve onların başlarındaki güya kral yönetimleridir.
Dünya emperyalizmi ve kapitalizmi, bu yönetimlerle birlikte bu coğrafyada her türlü ikiyüzlülüğü ve riyakarlığı tezgahlamaktadır. Her katil bir terör maşası oluşturarak oluk oluk kan akıtmakta, oyunu kuran kan emiciler de sözüm ona sorunu çözmek ve akan kanı durdurmak için toplantılar düzenleyip kamuoyu önünde reklamlarını yapmaktadır. Güya ‘barışı inşa ediyoruz’ mesajları vermektedirler.
Bizim yetkililerimiz de günlerce, aylarca, yıllarca bunların peşinde, bunlara inanıp barışın olacağına umut ediyorlar. Artık uyanalım, milletçe ayağa kalkıp Kuva-i Milliye ruhu ile silkelenelim. Bu yalanlara itibar etmeden, kendimiz ne yaparız akılcılığı ile olaylara bakıp, Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığını unutmadan, tertemiz alnından vurulup toprağa verdiğimiz Mehmetlerimize yenilerinin eklenmesine müsaade etmeyelim.
İşin özü, elin gavurundan medet ummayalım. Selam ve dualarla…