İsmail Hakkı Özsarı
Emperyalizmin Anadolu toprakları üzerindeki emelleri Osmanlı döneminden beri süregelmektedir. İmparatorluk çöküşe geçmeye başlayınca zamanın büyük devletleri İngiltere, Rusya, Fransa ve Almanya bu topraklar üzerine hesaplar yapmaya başladılar. Gözlerini İstanbul’a ve Anadolu’ya diktiler.
Amaçlarına ulaşmak için önce din ve mezhep aidiyetlerini kaşımaya başladılar. Daha sonra endüstri devrimi sonrası ortaya çıkan milliyetçilik akımını körüklediler. Büyük bir cihan imparatoru olan Osmanlı çok çeşitli dinlerden, mezheplerden ve etnik gruplardan oluşmaktaydı. Bu nedenle de her türlü kışkırtmaların açık hedefi halindeydi.
Önceleri Hristiyan azınlıkları, Ermenileri, Rumları hedefleyen bu harekeler, Müslüman oldukları için Kürtleri fazla önemsemedi. Yirminci yüzyılın başında, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında özellikle de petrolün önemi kavrandıktan sonra Kürtlerin farkına vardılar.
Osmanlı topraklarının paylaşılmasının temelinde büyük ölçüde Rus-İngiliz rekabeti yatmaktadır. 1774 yılında Ruslarla yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması ve Ruslara karşı olan 1853-1856 Kırım Savaşı, bu rekabetin asıl dönüm noktalarıdır. Kaynarca Antlaşmasıyla Osmanlı Devleti üzerinde kurulan Rus nüfuzu, Kırım Savaşı ile İngiltere tarafından kırılmıştır.
Kırım Savaşının çok önemli bir özelliği de Osmanlı Devletinin tarihte ilk defa dış borç almaya mecbur kalmasıdır. Birinci cihan harbi sonunda yenik düşen Osmanlının önüne yüzyıllara yayılan ve uzun süredir planlanan paylaşma, Sevr Antlaşmasıyla getirilmiştir.
Daha sonraları Ruslar Sovyet Devrimi ile kendi dertlerine düştüler. Zamanla Kurtuluş Savaşı mücadelemizde Mustafa Kemal’i desteklediler. Çünkü Mustafa Kemal’in politikaları anti-emperyalist politikalardı. Hem de İngilizlerin yayılmacı politikalarını önlemek istiyorlardı. Sonuçta imparatorluğun paylaşımı görevini Fransızların da desteğiyle İngiltere üstlendi.
Sevgili okurlarım,
İşte Türkiye’nin sorunlarını bugünlere taşıyan emperyalist senaryoların ana çizgileri daha o günlerde belirlenmiş oluyordu. Ama şu gerçek asla unutulmamalı hiçbir emperyalist oyun iç koşullarla desteklenmedikçe başarıya ulaşamaz.
GELİŞMEYE DİRENMEK
Bazı insanlar “ben değişmedim, değişmem de” gibisinden insan doğasına ve bilime aykırı savlarla kendilerini avutup dururlar. Üstelik gülünç duruma da düşerler. Oysa evrende her şey değişim üzerine kurgulanmıştır. Siz, daha dünkü siz değilsiniz. Vücudunuzda birçok ölümler ve doğumlar oldu. Saçın uzadı, tırnağın uzadı, yeni hücrelerin oluştu.
Değiştim ama gelişemedim derseniz. Doğru olabilir. Ancak gelişmenin olmazsa olmaz koşullarından birisi de değişmektir. Ne yazık ki bazı insanlar değişir, fakat gelişemez.
Onlar hep dedelerinin bilgi ve tecrübeleriyle yön bulmaya çalışırlar. Şunu gözden kaçırırlar: Çağ değişmiştir. Bu bilgiler eskimiş ve birçoğu geçerliliğini yitirmiştir. Örneğin “Kızını dövmeyen, dizini döver. Dayak cennetten çıkmadır. Bana dokunmayan bin yıl yaşasın” gibi söylemler günümüz eğitim anlayışında ne denli geçerlidir?
Bazıları özellikle yakınlarımız, farkında olmadan gelişmemizi engelleyici sözleri durmadan kulağımıza üflerler. Sanki birer suflördürler. Sözüm ona, bu işi de bizim adımıza bizim için kaygılandıklarından yaptıklarını söylerler.
Bunlardan bazılarını aktarayım.
“Bir insan yedisinde neyse, yetmişinde de O’dur”, “Ben babamdan böyle gördüm”, “Böyle gelmiş, böyle gider”, “Sen çalışma, bırak paran çalışsın”, “Eski köye, yeni icat getirme”, “Elinin hamuruyla erkek işine karışma”, “Senin aklın ermez”, “İcat edilebilecek her şey icat edildi”
Bazıları da değişmemek için ellerinden gelen mızıkçılığı yapar. Sigara içen birinin sigara içmeyi bırakması olumlu bir gelişmedir. Hadi bırak dediğinde: “Doktorum da içiyor” der kıvırttırır.
İçki içiyorsa bırak dersin cevap hazır: “İçki içen öldü de su içen ölmedi mi?” der işin içinden sıyrılıverir. Anlayacağınız gelişmeye niyetleri yoktur. Gelişmeye direnmek insanın önce kendisine, daha sonra içinde yaşadığı dünyaya duyduğu, güvensizliğin bir sonucudur.
Doğada ne en güçlü ne de en akıllı canlılar soyunu devam ettirebilmiştir. Sadece ve sadece değişime ayak uydurabilen canlılar günümüze kadar gelebilmeyi başarmıştır. Bu nedenle değişime ve olumlu gelişime direnmek bizlere zarardan başka bir şey getirmez.