Adil Hacıömeroğlu (Konuk Yazar)
Sessiz, sıcak bir Karacabey sabahına uyandım. Çabucak duşa girdim. Duştan çıktığımda eşim ve Atacan uyanmak üzereydi. Onlara seslendim. Kalktılar. Giyinip hazırlandık. Kahvaltıya geç kalmamalıyız. Hemen kahvaltı salonuna indik. Rahat, telaşsız bir kahvaltıdan sonra odamızdaki eşyalarımızı toplayıp arabamıza bindik.
Kafamızda ilk gezilecek yer olarak Karacabey Harası var. Atacan atları ve onların yavruları tayları görmek istemekte. Bursa yoluna döndük. Karacabey’in geniş, verimli, bin bir bereket fışkıran düzlüklerinden geçmekteyiz. Ovada neredeyse yetişmeyen bir ürün yok gibi. Tarlalar ekinle, bahçeler meyveyle dolu. Sağımızda Uluabat Gölü… Eşim, gölü görmek istemekte. Karşımızda Gölkıyı Köyü tabelası çıkınca oradan sağa saptık.
Köye gitmeden yol kıyısında bir çeşme, musluksuz… Açık borudan gürül gürül su akmakta. Altında uzunca, su dolu bir yalak… Hayvanların su içmesi için… Önünde durduk. İstanbullu olan ve köy yaşamını pek bilmeyen eşimle İstanbul’da kafes kuşu gibi evin dört duvarı arasında büyüyen Atacan, akan suya bakmaktalar meraklı gözlerle. Köyde büyümüş biri olarak oluğun önüne eğilip elimi, yüzümü güzelce yıkadım. Ardından avucumla kana kana su içtim. Terliklerimi ve ayaklarımı yıkadım serinlik veren soğuk suyla. Bir baktım birisi beni hafifçe itmekte yana doğru. Baktım Atacan. “Ben de su içmek istiyorum.” dedi mutluluk damlaları akan bir sesle. Su içerken gözlemlemiş beni. İki avucunu yan yana getirip küçük bir çanak yapıp içmeye başladı suyu. Ne içiş… Çocuk suya kanmıyor bir türlü. İçti, içti, içti…
Annesi: “Oğlum yeter, sudan patlayacaksın. Bu kadar su içilir mi?” diye uyarıyor da kimin umurunda. Çocuk yüzünü yıkayıp su içiyor. Ayaklarını yıkayıp su içiyor. Saymadım ama bu eylemi, onlarca kez yineliyor. Sonunda su içme sırası eşime geldi. O da önce birazcık işkilli, sonrasında iştahla su içiyor çeşmeden.
Atacan, yalağın adını bilmediğinden “Bu havuzu neden yaptılar buraya?” diye sordu.
“Bunun adı havuz değil, yalak… Bunu yapmalarının nedeni hayvanların su içmesi için. Burada biriken temiz suyu başta inekler olmak üzere diğer hayvanlar içer.” dedim. Sözümü sürdürdüm: “Suyun aktığı metal boru var ya bizim çocukluğumuzda ağaçtan yapılırdı genellikle. Üstü açık olurdu, buna da ‘oluk’ derdik. Köy çeşmelerinden en güzel, temiz, soğuk sular akar.” açıklamasını yaptım. Çeşmenin yanındaki mısır tarlasına girdi. Dolaştı uzun uzun. “Sakın bir şeye zarar verme, mısırları koparma!” uyarısını yaptım. Islak ayaklarıyla tarlaya girdiğinden çamur içinde kaldı. Çıkınca tarladan ayaklarını, terliklerini yıkayıp uzun uzun su içti avuçlarıyla.
Su içerken ikide bir avuçlarına bakmakta. Daha önce iki avucunu yan yana getirdiğinde parmakları açık olurdu. Korona nedeniyle eline kolonya döktüğümüzde kolonyanın yarısı yere dökülürdü. Çoğu zaman da kızardım ona kolonyayı ziyan ediyor diye. Şimdi bakıyorum ona iki avucu küçük bir tas olmuş çeşmenin altında. Bunun mutluluğunu yaşamakta keyfince. İkide bir: “Başardım, gördünüz mü? Avucumdan su içtim, tek damlayı da yere dökmeyerek.” demekte. Demek ki bir şeyi öğretmek zorla olmuyor. İnsan zorunlu olduğunda ve gereksinim duyduğunda kolayca öğrenmekte.
Çeşme başında epeyce zaman geçirdik. Çevredeki tarla ve bahçelerdeki ürünleri inceledik. Bir küçük meyvenin bile koparılmasına karşı çıktım. O meyve için harcanan emeğin, ürüne beslenen umudun ne denli değerli olduğunu anlattım. İlk kez kavun ve karpuzu bostanda doğal ortamında gördü. Koparmak istedi bir tane. Çevreye baktım bir insan görsem sorup bedelini ödeyerek kopartacağım çocuğa. Bu zevki tatsın istiyorum. Ama kimsecikler yok! Ona yol üzerinde bostanların birinde insan görürsek durup kavun kopartacağımı söyledim.
Yaşamım boyunca sahibinden habersiz kimsenin meyvesine, sebzesine, malına el uzatmadım. Kentli ailelerin meyve ve sebze bahçelerine dalıp çiğneyerek kopararak zevklenmelerinden nefret ederim. Bir fotoğraf çektirmek için kocaman ayçiçeğini yerinden koparıp eline alan vandallığı onaylayamam. O koparılan ayçiçeği, tarla sahibinin emeği, alın teri… İnsan yaşamında emeğe, alın terine saygı esas olmalı.
Gölkıyı Köyü’ne ulaştık sonunda. Karşımızda bir leylek yuvası… Hayranlıkla izlemekteyiz. Yuva boş… Az sonra, biraz ileride havada uçmaya çalışan bir leylek… Uçuşu biraz dengesiz… Bir süre izledik leyleği. Az sonra elinde bir şeyler taşıyan bir kadıncağız göründü. Yüzünde gülücük, gözlerinde sıcaklıkla yanımıza yaklaştı. Leylekle ilgilendiğimizi fark etti. Ona selam verdim. Sıcak gülüşüyle “Köyümüze hoş geldiniz.” dedi. “Hoş bulduk!” dedik. “O leylek yavru…” derken leylek gelip karşımızdaki yuvaya kondu. Leylek hakkında kısaca bilgi verdi bize. Yuvada bu yıl bir yavru büyümüş. Geçen yıllarda iki yavru uçmuş yuvadan. Köyle ilgili konuştuk birazcık, sonradan vedalaşıp ayrıldık. Arkamızdan el sallayarak “Uğurlar olsun!” dedi.
Anayola çıktık. Uluabat Gölü’nü görmek için gittik çeşme, leylek deyince gölü unuttuk. Az sonra yolun sağında bir Leylek Köyü tabelası. Yanında “Leylek festivali” yazmakta. Hemen köy yoluna saptık. Çok yavaş gitmekteyiz. Gözlerimiz, havada leylek aramakta. Bir yandan yol kıyısında uzanan bahçe ve tarlardaki ürünlere bakmaktayız. Yolun sonuna doğru “Avrupa Leylek Köyleri Ağının Türkiye’deki Tek Temsilcisi Eskikaraağaç Köyü” yazmakta. Böylece Leylek Köyü’ne geldik. Leylekler için festivaller yapılan yer burası… Festivalin bir tarihi yok, mayıs sonuyla haziran başında yapılmakta. Belli bir günün saptanması, festivali daha cazip yapar. Böylece Karacabey dışından gelenlerin çoğalması sağlanır.
Arabamızı park ederken bir tabela ilgimizi çekti: Kuş Tahnit Müzesi… İnsanlar girip çıkmakta… Soluklanmadan müzeye girdik. İçerde onlarca kuş var. Kuşlar tahnit edilmiş. Hepsi canlı gibi durmakta. Doğal varsıllıklarımızın insanlara tanıtılması için güzel bir düşünce bu. 1999’da Bakırköy Belediye Meclisi Üyeliğine seçildiğimde, meclise ilk verdiğim önerge üniversitelerle işbirliği yapılarak Bakırköy’de bir doğa tarihi müzesi yapılmasıydı. Bu önergem dikkate alınmadı. Hatta bazı arkadaşlar bu konuda dalga bile geçtiler. Yıllar önce düşündüğüm bir şeyin küçük de olsa kuşlarla ilgili olarak yapılması beni neredeyse mutluluktan havalara uçuracaktı. Zevkle gezdik müzeyi. Özellikle Atacan, müzeden çıkmak istemedi. Müze kapanmak zorundaydı. Günlerden pazartesiydi ve aslında müzenin kapalı olması gerekiyordu. Çok sayıda ziyaretçi geldiğinden köyde oturan müze görevlisi, açmak zorunda kalmış kapıyı köylerine konuk gelen bunca kişiyi geri döndürmemek adına.
Müze görevlisi taşeron işçi. Kültür Bakanlığı’nın kadrolu elemanı değil. Böylesine güzel bir müzede, özveriyle çalışan bir kişi neden kadrolu olmaz?
Müzeden çıkıp göl kıyısına indik. Kıyıda ördekler var. Bize doğru gelmekteler ötüşerek. Biz, bu ötüşleri “Hoş geldin!” demek olarak anlamaktayız. Atacan ördekleri görünce neredeyse sevinçten çılgına döndü. Onları yakalamaya çalışıyor, ama başaramıyor. Küçük bir iskele var. İskelenin önünde bir kayık. Kayıktan inenler mutlu… Bize gölü kayıkla dolaşmamızı önermekteler. Biz de bu öneriyi geri çevirmeyip biniyoruz kayığa. Türlü türlü kuş güzellikleri arasında gölü geziyoruz mutlulukla. Gezi bitti, kıyıya çıktık. Göl kıyısındaki yürüyüş yolunda yürüdük. Yürüyüş yolunda kabaklık var. Kabaklar, irili ufaklı. Atacan ulaşabildiği her kabağı okşayıp sevdi. Oradan geri dönüp köy içine doğru yürüdük. Evlerin arasındayız. Selam verip selam almaktayız. Leylek yuvaları, köyün sırça köşkleri.
Eskikaraağaç eski bir yerleşim yeri. Tarihsel doku kısmen korunmuş. Yine de bakıma gereksinim var. Yaklaşık üç yüz kişi yaşamakta bu güzel köyde. Köy insanı leyleklerle bütünleşmiş. Onları, yerdeş olarak kabullenmişler. Temiz, düzenli bir yer. Güleç, sıcak insanların yaşadığı bir köy. İnsan erinç bulmakta.
Köyden ayrılmak istemiyoruz. Bir çay bahçesi var yeşillikler içinde. Girdik içeriye, bizi karşılayan güleç adama selam verip selam aldık. Bizi dut ağaçlarının gölgesinde bir masaya oturttu. Sessizlik, insanın içine işlemekte. Kuş seslerinden başka bir ses işitilmemekte. Tostlarımızı ve çaylarımızı söyledik, beklemedeyiz. Atacan, oynarken ve çevreyi incelerken bilekliğini dut ağaçlarının aşağısında yaklaşık birkaç metre bir duvarı olan bize göre düşük bir düzeyde bulunan elma bahçesine düşürdü. Bahçenin çevresi dikenli telle kaplı. Bir türlü giremedik içeri. Kuytu bir yerde eski ahşap, derme çatma bir merdiven bulduk. Merdiveni yukarıdan aşağıya doğru dikenli tellerin üzerinden uzattım. Eşime: “Sen, sıkıca tut, ben inip alayım.” dedim.
Atacan atıldı: “Ben düşürdüm, ben alacağım.” der demez merdivene yapıştı. İndi aşağıya arayıp buldu bilekliğini ve yukarıya çıktı. Özgüveninden duyduğu mutluluk sözcüklerle anlatılmaz, ancak görülür.
Ayakyoluna gitmek istedi Atacan. Gitti gitmesine de ayakyolu alaturka. Daha önce hiç gitmemiş, nasıl kullanacağını bilmiyor. Annesi anlattı ve becerdi. Yeni bir mutluluk ve özgüven kazanma nedeni daha… Aynı gün içinde çeşmeden su içmesi, derme çatma bir merdivenden inip çıkması, alaturka ayakyoluna gitmesi ona çağ atlattı resmen. Bu özgüvenle “Köylere gidelim.” demekte sürekli olarak. Yeni beceriler kazanmak için.
Tostlarımızı yiyip çaylarımızı içtik. Canım kalkmak istemiyor oturduğum yerden. Böylesi bir cennetten kalkıp gitmek olanaklı mı? Zorla da olsa kalktık yerimizden Karacabey Harasına gitmek üzere. Gönlümüz Eskikaraağaç’ta kaldı. Belki bir gün yine buraya gelip doğanın tadını çıkarırız. Kim bilir…