Adil Hacıömeroğlu – Konuk Yazar
Bursa-İzmir yolundayız. Atacan atların hayalini kurdu sürekli olarak. Tayları sevebileceğini düşünüyor. Onun keyfini yaşıyor oturduğu arka koltukta. Harada yüzlerce at olduğunu düşündükçe sevincinden uçuverecek. Coşkusu, arabanın içinden taşmakta.
Atların otçul olduğunu söyledi. Ardından en çok hangi otları sevdiklerini düşündü kendince. Ben, atların arpa başta olmak üzere tahılları yemekten çok hoşlandıklarını söyleyince yeni bir bilgi öğrenmenin mutluluğunu yaşadı uzun süre.
Sonra atların renginden söz etmeye başladı. Siyah, beyaz, kahverengi… Atların renklerini kendine özgü sözcüklerle anlatmak gerektiğini söyledim ona. “Yağız, doru, kır, kula, boz, alaca…” ben sayarken sözcükleri yavaşça ve düşünerek o atılıyor: “Alaca, birden çok renkten oluşan değil mi?”
“Evet!” diye yanıtlıyorum onu. Ardından “Atların rengi denmez, atların donu denir.” tümcesini söyledim.
Kahkahalarla güldü uzun uzun. “Atlar don mu giyiyor yani?”
Yok, “don” senin anladığın anlamda değil. “Giysilerin tümüne verilen bir ad olduğu gibi atların kıllarının rengine de don denir.” Ayrıntıya girdik. Atların donlarının hangi renklere denk geldiğini konuştuk.
“Bazı atların ayaklarındaki beyazlığın adı ne?”
“O beyazlığa seki denir.”
“Bazılarının alınlarında aşağıya doğru uzanan beyazlık var.”
“Evet, onun adı akıtma. Bu aklık yalnızca alındaysa ona kartopu denir. Sen, bütün bunları niye öğreniyorsun?”
“Haraya gidince orada atlara bilgisizce bakmayayım diye.”
Karacabey Harası’na vardık. Arabamızdan hemen indik maskelerimiz takılı olarak. Kapıda bir güvenlik görevlisi… Bizi güler yüzle karşıladı. Selamlaşmanın ardından harayı gezmek istediğimizi, çocuğumuzun atları görmek istediğini söyledik. Salgın nedeniyle içeriye ziyaretçi alınmadığını birkaç gün sonra yapılacak at satışı sırasında içeri girebileceğimizi bildirdi. Burada oturmadığımızı, İstanbul’dan geldiğimizi anlatsak da yararı olmadı. Direnmenin, ısrar etmenin bir yararı yok!
Arabamızı Mustafakemalpaşa’ya sürdük. Zaten çok yakın. Atacan üzgün, hayalleri suya düştü birkaç dakika içinde. Biz de üzgünüz bunca yolu çocuğumuza atları göstermek için gelmişiz. Ancak durumumuzu belli etmedik. Ona: “Salgın bittiğinde geliriz.” dedik. O da kabul etti.
Mustafakemalpaşa’ya geldik. Niyetimiz, burada gecelemek. Böylece çevreyi gezmek. Özellikle de köylere gitmek. Öğretmenevini kolayca bulduk. Oturup bir şeyler içip dinlenelim, dedik. Arabamızı park ettik öğretmenevinin otoparkına. Otopark paralı. Tuvalete gittik, tuvalet paralı. Amaç öğretmene hizmet mi, para kazanmak mı anlamadık. Otelinde yer olup olmadığını sorduk. Varmış var olmasına da tuvalet ve banyo ortak kullanılıyor diğer odalarla. Böyle koşullarda kalmamız olanaksız. Bir şeyler içip çıktık Kemalpaşa tatlısı yemek üzere. Tatlıcıya girdik. Siparişlerimizi verdikten sonra yaşadığımız olumsuzluk yüzünden tatlıları yemeden çıktık. Arabamıza binip buradan ayrıldık.
Amacımız, Kocaçay Deltasına gitmek. Buradaki longozu, kuşları görmek istemekteyiz. Yavaşça yol almaktayız. Yolun sağında TJK’nın at çiftlikleri var. Atlar dizi dizi. Neredeyse her kısrağın yanında bir tay var. TJK’nın kapısına yanaştık. İsteğimizi söyledik. Görevli salgın nedeniyle bizi içeri alamayacağını söyledi. Burada da umudu kırılan, hayalleri gerçekleşmeyen Atacan, görevliye: “Korana insanlardan atlara bulaşmaz. Neden böyle bir karar aldınız ki?” diye sordu merakla. Görevli, bu kararı kendilerinin değil, yönetimin aldığını söyledi. Oradan ayrılarak yol boyunca oldukça yavaş giderek atları izlemekteyiz arabamızdan.
Atların çıplak bir arazide, güneşin altında kavrulmasına Atacan karşı çıktı. Buna üzüldü. Geri dönüp söyleyelim, dedi. “Atları bulaşmayacak olan koronadan koruyorsunuz, ama güneşin altında pişmelerine ses çıkarmıyorsunuz?” diyeceğim onlara. Geri dönüşümüzün olanaksız olduğunu söyledik.
Gezmeye çıkmışız. Çocuğumuza uzaktan da olsa atları göstermekteyiz. Arabanın dörtlüleri yanıp sönmekte. Ama kim anlayacak ki bizi? Yavaş gittiğimiz için korna çalanlar, ışıklarını yakıp söndürenlerden geçilmiyor. Olsun, havlayan köpeğe havlamak gerekmiyor, biz ağzımızın tadını kaçırmayalım. İnsanların altlarında son model arabalar uçarcasına gitmekteler nereye gidiyorlarsa. Geçtikleri yollarda neler var, neler yok farkında bile değiller.
Yol ayrımına geldik. Kocaçay yönüne gideceğimiz yerde Tirilye, Mudanya yoluna girdik. Eşim geri dönmekte ısrarlı. Ben, Tirilye’ye gitmemizin bizi mutlu edeceğini söyledim. Yol gidişli gelişli ve çok bozuk. Bu nedenle eşim söyleniyor durmadan. “Bak, eğer gideceğimiz yer de bu yol gibiyse gözüme görünme! Oradan hemen İstanbul’a döneriz.” demekte sürekli olarak. Oysa ben Tirilye’yi biliyorum ve eşimin de böyle yerlere bayılacağının farkındayım. Yol boyunca anlatmaya çalışıyorum, ama nafile…
Atacan, atları yakından görememenin hayal kırıklığını üstünden atmış gibi. Annesine önyargılı olmaması ve bana güvenmesi gerektiğini söylemekte sürekli. Yemyeşil bir doğanın içinden geçtik. Engebeli arazide dar alanlarda üretim patlaması var. Yol boyunca köylerde genç görmek neredeyse olanaksız. Doğanın yeşil büyüsü bizi alıp götürmekte türlü düşlerin sağanağında. Yol boyunca gördüğümüz her çeşme başında durduk neredeyse. Çünkü Atacan böyle istiyor. İniyor arabadan kana kana su içiyor. Ardından elini, yüzünü, ayaklarını, terliklerini yıkıyor. Çeşme, onun ziyaretgâhı gibi. Çocukların bu coşkuları olmasa yaşam çekilir miydi acaba?