Canan Ekinci Yılmaz’ın Kaleminden
Erzincan’da felaket…
“Erzincan İliç’te Anagold’un siyanür sızdırmasıyla gündeme gelen altın madeninde devasa toprak kayması meydana geldi. Erzincan Valisi, işçilerin toprak altında kaldığını açıkladı.”
Haber sitelerinin yazdığına göre; Erzincan’ın İliç ilçesinde bulunan ve 2008 yılından beri Anagold Madencilik (Kanada- ABD) şirketi tarafından işletilen Çöpler Kompleks Madeni, yıllar içinde kapasite artışlarıyla birlikte sahasını genişletmiş, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) tarafından açılan davalara rağmen proje iptal edilmemiş, uzmanlar, madenin yol açtığı çevresel yıkıma karşı uzun süre mücadele vermiş ve göçük tehlikesi konusunda uyarılar yapmış. Üstelik şirketin büyük bir vergi borcu varmış, o bile silinmiş.
(İnternette konu üzerine yüzlerce video, fotoğraf ve yazı mevcut. Bilim insanları tehlikeyi nasıl anlatacaklarını şaşırmışlar. Eski Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner, İliç Anagold Altın Madeni’ne açtığı soruşturmadan dolayı tutuklanmış, Zafer Partisi Başkanı Ümit Özdağ İliç’e gitmiş, felaketi görmüş ve açıklamalar yapmış, İliç Doğa ve Çevre Platformu yıllarca uyarmış, doğa aktivisti Sedat Cezayirlioğlu kalp krizi geçirecek derecede yalvarmış. An be an haykırmış, anlatmış, Sesimi duyun demiş. De, duyan kim?)
Ve olan oldu…
Devasa bir kütle, adeta koskoca dağ aşağıya kaydı ve kaymaya devam ediyor.
Siyanür barajı yıkıldı, tonlarca olduğu söylenen saf siyanür serbest kaldı.
Şimdi;
“Geçmiş olsun İliç” demekle bu felaket geçmez.
Yıllardır bar bar bağıran, uyarı üzerine uyarı yapan insanlara kulak tıkayıp hatta bazılarını susturup, verilmemesi gereken tüm izinleri fersah fersah verip, atılmaması gereken tüm imzaları güle oynaya atınca ve sonunda da “malumun ilanı” gerçekleşince, “Geçmiş olsun İliç!”
Yok öyle geçmiş olsun diyerek, takdiri ilahi diyerek, ölenlerimiz peygamber efendimize komşu olsun diyerek dönüp sırtını gitmek.
Böyle deyince iki gün sonra her şey unutulup gidiyor.
Kaç felaket yaşadık, kaç can kaybettik, neler neler oldu da hepsini unuttuk.
Çok uzağa gitmeyin, henüz daha bir yıl önce yaşanan depremle 11 il çok büyük yıkıma uğradı, Antakya ise yerle bir oldu. Öyle ki, enkaz altında kalan bir insanı arayıp soracak yakınları dahi kalmadı. İnsanların bedenleri parçalandı, molozlara karıştı, sağ çıkartılanların bazıları kayboldu. Onların hangi meçhulde nasıl yaşadıklarını kimse bilmiyor. Geride kalanlar ise enkaz halinde yaşamaya(!) devam ediyor…
Ya sorumlular?
Kim? Ne? Nerede? Aaa, olur mu hiç öyle? Sorumlu yok. Allah baba yaptı.
Birilerine göre Allah baba Gölcük depremini Gölcük’teki dinsizleri(!) cezalandırmak için yapmıştı. Acaba Hatay’a ve diğer illere bunu neden yaptı? Anadolu’daki ilk cami desen orada, Anadolu’daki ilk kilise desen orada, kardeş kardeş yaşayan, işinde gücünde insanlar…
Onu da Allah bilir değil mi?
****
İliç’teki felakete dönecek olursak, bu felakette can veren her bir birey tarifsiz derecede kıymetli, lakin bu felaket o kadar büyüyecek o kadar büyüyecek ki, bu felaketin en küçük kaybı onlar kalacak.
Toprak, su, hava zehirlenmişken, toprak altında ve üstünde, suyun içinde ve dışında yaşayanlar, aynı havayı soluyanlar tümden risk altında.
Zehirle yüklenmiş pamuk şeker kadar tatlı ve masum bulutlar taşıdıkları zehri ülkeler arasında dolaştırıp, beğendikleri ülkenin üzerine bırakıverecekler mesela.
Çernobil patladığında yayılan zehir nasıl hâlâ dolaşımdaysa, bu zehir de öyle dolanıp duracak ve asla yok olmayacak.
Çünkü sular sınır tanımaz, bulutlar sınır tanımaz, toprak sınır tanımaz…
Bu rezalette ve felakette imzası olan şahıs, şimdilerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday gösterilen, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’dur. Hepinizin bildiği üzere Kurum hiçbir imzayı “imzala!” denmeden imzalamamıştır. Çünkü o ve diğerleri sadece birer kalem ve kalemi tutan eldir. O kadar!
Esas kalemi onların eline verenlere ve “imzala!” diyenlere bakmalı.
Neden kendi memleketlerinde yapamadıkları işleri bizim ülkemizde yapabiliyorlar, buna kimler izin veriyor, bunları sormalı…
****
Koskoca dünya küçücük hale gelmişken kimse “sana ne, bana ne!” sözünü söyleyemez.
Sana ne olan bana çok şey, bana ne olan sana çok şey! Dünyanın en uzak coğrafyasında dahi olsa gerçekleşen bir felaket gelip seni de beni de vuruyor. Doğal afetler, insan eliyle yaratılmış felaketler, savaşlar, kargaşalar tüm dünyayı etkiliyor.
“Aile dizimi” dedikleri şey var ya hani, hani “karma” dedikleri, hani bizim eskilerin de “dede erik yemiş torunun dişi kamaşmış” hikâyesi, dünya da öyle işte.
Bina benim değil mi deyip kolonlarını kesersen bina üzerine çöküyor, dere benim tarlamı daha çok sulasın deyip derenin yönünü değiştirirsen (en basitinden) komşu tarlalar gelip tepene çöküyor, memleket benim değil mi deyip kurutulmuş göle (Amik Gölü) havaalanı yaparsan iki damla yağmurda gelip havaalanını (Hatay Havaalanı) sular altında bırakıyor, uzak coğrafyaların birini ateşe verirsen ateşten savrulan kıvılcımlar gelip dünyanın canını yakıyor (Bknz düzensiz göçmenler ve mülteciler).
Dünyanın evimiz ve bizim de emanetçiler olduğumuzu idrak etmedikçe, aman yeter ki benim evim temiz olsun, sokakları pislik götürse de olur dedikçe, yeter ki para gelsin, gerisi beni bağlamaz dedikçe, boş verdikçe, boş verdikçe, boş verdikçe, dünya da bize boş veriyor işte.
Doğanın aklı yok ama bir mantığı var, uyumu var, düzeni var.
Ey insan denen minik canlı, aklını kullan ve ona kafa tutma. Onunla dalaşma. Onunla uyumlu ol, onu tatlı tatlı idare et, saldırma, vahşileşme, delirme.
Dünya kendini yeniden ve yeniden var eder.
Ama içinde sen olur musun olmaz mısın onu bilemem… Bir dahaki Sevgililer Günü’nü kutlar mısın kutlamaz mısın bilmem…