Canan Ekinci Yılmaz’ın Kaleminden
Bizim en büyük hatamız kafalarında aklın, kalplerinde vicdanın zerresi bulunmayan insanlara her şeyi akıl ve mantıkla açıklamaya çalışmamız. Zannediyoruz ki böyle anlatınca anlarlar…
Derdimizi anlatmaya çalıştığımız “AK’a kara dense de alkışlayan, karaya AK dense de alkışlayan” kitlenin bir örümceğin ağını örmesi kadar sabırla ve itinayla oluşturulduğunu anlamamak da bizim zavallılığımız.
Ülke; eline ne geçerse içine atılmış lezzetsiz bir çorbaya dönüşmüş durumda. Farklı tatları bir araya toplayıp ortaya nefis bir lezzet çıkartan Ezo Gelin desen değil, Beyran desen değil, Tarhana desen değil. Aşure desen hiç değil.
****
Başka yol bilmediğimden ben yine akıl, mantık ve yasalar çerçevesinde bir şeyler anlatmaya çalışacağım. Kendi duygu ve düşüncelerimi bir kenara bırakarak T.C. Cumhurbaşkanlığı Mevzuat Bilgi Sistemi’ne bakacağım:
I. Devletin şekli
Madde 1 — Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
II. Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 2 — Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
III. Devletin bütünlüğü, Resmî dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti
Madde 3 — Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.
IV. Değiştirilemeyecek hükümler
Madde 4 — Anayasanın 1’inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.
V. Devletin temel amaç ve görevleri
Madde 5 — Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.
VI. Egemenlik
Madde 6 — Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.
VII. Yasama yetkisi
Madde 7 — Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.
VIII. Yürütme yetkisi ve görevi
Madde 8 — Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı (…)[7] tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.
IX. Yargı yetkisi
Madde 9 — Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır. [8]
X. Kanun önünde eşitlik
Madde 10 — Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
XI. Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü
Madde 11 — Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.
****
Şimdi, siz de maddeleri alt alta okurken bu maddelerden hangilerine uyuluyor, hangileri umursanmıyor diye düşünmüşsünüzdür.
Mesela hilafet bayrağı açılıyor, hilafet isteriz diye haykırılıyor, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Cumhuriyet’in kurucularına alenen hakaret ediliyor, şeriat gelsin diye şeriata övgüler düzülüyor, hukukun üstünlüğü de halkın üstünlüğü de hiçe sayılıyor, demokrasi rafa kalkmış, laiklik aşağılanıyor, sosyal devlet olmak dilencilik sistemi yaratmayla eşitlenmiş, adalet desen gözünün bağını açmış ceketine ilik-düğme koymuş, eğitimden sağlığa fırsat eşitliğini ara ki bulasın, kadın doğmuş olmak desen, o zaten en büyük suç, çalışanlar köle, emekliler ise bir an önce ölmesi beklenen kaşık düşmanı müstakbel rahmetliler…
Bu ahval ve şerait içinde iken bu suçları işleyenlere en ufak bir söz söyleyecek olursan (yeni moda) “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama suçu” ile kendini bir anda gözaltında (Bknz Avukat Feyza Altun), hatta parmaklıklar arkasından bulabilirsin.
E ama bak Anayasa ne diyor, Anayasa Mahkemesi ne diyor, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ne diyor? Bunlara karşı “kim” ne diyor, ne diyor? “Yemişim kanunu da, mahkemeyi de, adaleti de…” mi diyor? Üstelik bir de alkış mı alıyor?
E biz çekilelim o zaman. Evlerimize girelim, camı pencereyi kapatalım, perdeleri çekelim, ölüme yatalım. Meydanı, halkı bir an bile insan yerine koymayan bir rejime öykünen Osmanlıcılara bırakalım.
Hadi diyelim ki Osmanlı’yı geri getirdiniz. Eee? Padişah kim olacak? Osmanoğulları ailesinden kimi tahta oturtacaksınız? Padişahlık dönemindeki gibi taht kavgaları, kardeş boğdurmaları yine mi başlayacak?
Sizler padişah huzurunda el pençe durup makam mertebe mi bekleyeceksiniz? En ufak bir hatanızda ise, “Tiz kellesi vurula!”.
Osmanlıyı yurttan sürenlere “soysuz” diyen “pek soylu” şahıs Şevki Yılmaz, bilmez mi ki o dönemde ortada ne Osmanlı kalmıştı ne bir şey. Hepsi birbiri ile akraba olan bütün krallıklar ardı ardına devrilmiş, (İngilizler hariç) hanedanlar birer birer ortadan kaldırılmıştı. Hatta Rus İmparatorluğu’na 300 sene hükmeden Romanovlar arkada tek bir kişi kalmamacasına kurşuna dizilmişti.
Bilir, bilir ama bilmezden gelir.
Besbelli ki Cumhuriyet rejiminde kendine yer bulamamasının hıncını, Cumhuriyet’in ilanından sonra sürgündeki Osmanlı şehzadelerine “padişahlık” teklif ederek ülkeyi tekrar tekeline almak isteyen “dış güçler” misali, kendine paye teklif edenlere hizmet ederek çıkartmaya çalışıyor.
Yine akıl ve mantığa dönelim:
Osmanlı bir aileydi ve koskoca bir imparatorluk kurup üç kıtaya hükmetti. Sonrasında sistem bu büyümeyi kaldıramadı, çağlar değişti, nesiller değişti, imparatorluk kendini yenileyemedi, yeniliklere uyumlanamadı ve içine çöktü. İçinden de egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu tertemiz bir Türkiye Cumhuriyeti çıktı.
Mustafa Kemâl ve silah arkadaşlarının halkla birlikte hareket ederek düşmanı yurttan atması, 19 Mayıs 1919’da başlayan hareketin 23 Nisan 1920’de kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayları ile devam etmesi, savaş esnasında alınan her kararın Meclis onayı ile alınması, zaferle sonuçlanan İstiklâl Harbi’nin ardından Mustafa Kemâl’in kendini padişah ilan etmemesi, astığım astık kestiğim kestik dememesi, ülke ile ilgili her kararın her zaman tartışmalar sonucunda verilmesi, hatta çok partili sisteme bile Atatürk döneminde (1924) geçilmesi ama henüz hazır olunmadığı için tekrar tek partili sisteme dönülmesi (1925) öğrenmek isteyenler için tek tek tarihi anlatan kitaplarda yazar.
Belli ki onların kitaplarında farklı bir tarih yazıyor.
“Osmanlı İmparatorluğu en güçlü dönemlerindeydi, lâkin Selanikli Mustafa Kemâl geldi ve koskoca imparatorluğu yerle yeksan etti, herkesi astı kesti, darbe yaptı” falan gibi herhalde…
Mustafa Kemâl Osmanlı İmparatorluğu’na darbe yapmadı.
İmparatorluk zaten sarayda kendi kendine darbe yapıp duruyordu. Aldığı bu darbeler ile de, yabancıların “hasta adam” dediği hâle çoktan düşmüştü… Ya işgale razı olunacaktı ya da birileri bir şey yapacaktı.
O biri bir şey yapmak için Anadolu’ya geçmişken padişah efendimiz uçaklardan halkın üzerine “Yunan’a teslim olun!” broşürleri atıyordu. Zaten Mustafa Kemâl’i Anadolu’ya göndermesinin sebebi de işgale isyan eden halkı sakinleştirmesi içindi.
Ama artık ne halkın ne de aklıselim hiç kimsenin sakinleşecek hali yoktu. Halk yalnız ve sahipsiz bırakılmıştı. Halk naçardı. Halk hastalıklıydı, eğitimsizdi, yıllardır savaşta asker, tarlada rençber olmaktan yorgundu. Hem de çok yorgundu…
Mustafa Kemâl bir Osmanlı subayıydı ve geçmişi iyi biliyor, geleceği iyi görüyordu.
Tüm işbirlikçilere rağmen, içeride ve dışarıda büyük bir savaş vererek düşmanı yurttan attı. Darbe değil, büyük devrimler yaptı. Türk halkına bir kimlik ve tarih verdi. Ülkeyi ekonomisiyle, üretimiyle, hukukuyla, eğitimiyle yeni baştan ele aldı…
Bakın yine kaptırdım ve hâlâ “kendi kendime” anlatıyorum. Sanki onlar bilmiyor… Bilmem, belki biliyor, belki bilmiyor… Bilmemek değil öğrenmemek ayıp der büyüklerimiz. Bilmeyen öğrenir, öğrenmeyen tembeldir. Bilip de bilmiyormuş gibi yapan ise su katılmamış bir haindir…