Canan Ekinci Yılmaz’ın Kaleminden
Bursa Okulu Grubu’nun dışarıya açık düzenlemiş olduğu üçüncü etkinlik, Musa Ataş’ın 60. ölüm yıldönümüne istinaden, Bursa Gazeteciler Cemiyeti katkılarıyla Basın Kültür Sarayı, Nilüfer Sahnesi’nde gerçekleşti.
Bursa’nın en eski gazetecilerinden, aynı zamanda BGC kurucu başkanı olan Musa Ataş’ı, kızı Serap Ataş Öztat’ın anlatımlarından ve bana teslim ettiği arşivinden oluşturarak bir sunum haline getirdim.
Araştırmacı Yazar Deniz Dalkılınç ve Gazeteci Yazar Hacı Tonak arkadaşlarım da Musa Ataş’ın hayatından kesitler sundu.
Bursa ve dünya tarihini hem yazarak hem de fotoğraflayarak anlatan Musa Ataş’ı anlatmaya bir ömür yetmez.
O yüzden ben, elimdeki bu arşivi zaman içinde dijitalleştirerek, Bursa araştırmacılarına miras bırakmak istiyorum. Bir yandan da onu kitaplaştırmaya çalışıyorum.
Daha önce Ataş’ı anlatan biyografik bir kitap yazılmamış.Birkaç yıl önce Dr. Öğretim görevlisi Şafak Etike, Musa Ataş hakkında bir makale yazmıştı. “Bir Gazetecinin Kaleminden Cumhuriyet Bursa’sı — Musa Ataş’ın Bilinmeyen Hâkimiyet-i Milliye Yazıları” başlıklı o makaleyi aynı isimle kitaplaştırdı ve okuyucuya sundu.
Musa Ataş sağken kendisini tanımadığımdan, onu hep anlatılanlarla, anlatıldığı kadar biliyordum. Ataş babamın dayısıydı ve babam dayılarını dilinden hiç düşürmezdi. Her yıl muhakkak beni artık hayatta olmayan Musa Ataş’ın evine, yaşayan ailesine götürürdü. Onlarda çok zaman geçirirdim. O evi çok severdim. Ama çocuktum ve babalarını sormayı akıl etmezdim.
Bir insanı en iyi kendi ağzından, kendi anlatımlarından tanıyabiliriz. Ben de onun arşivleyerek sakladığı yazılarını okurken ve bir yandan da onları bilgisayara dökerken, kendisini tanımaya ve anlamaya başladım.
Onu, kendi el yazısı ile anlattığı hayatı, Kurtuluş Savaşı günleri, Atatürk, İnönü, Cumhuriyet’in kuruluşu, Bursa’nın gelişmesi üzerine yazdığı yazılar, Merinosçuluk ve Merinos Fabrikası, Çelikpalas, Uludağ, kayak turizmi, gazetecilik anıları, Cemal Nadir başta olmak üzere dostları, arkadaşları, İkinci Dünya Savaşı günleri, Demokrat Parti dönemleri, hayat ve dünya üzerine yazdığı ve her satırında kendi özünden yansımalar taşıyan yazılarla tanıdım. Karşısında oturmuşum da sohbet ediyormuşuz gibi okuduğum yazılarında, insan yanını ortaya koyduğunu, toplum için ne kadar yenilikçi ve ne kadar mücadeleci olduğunu gördüm. (Son zamanlarda onun alkolle olan dostluğuna bakıp, zaman içinde bu mücadele onu ne kadar yormuş olmalı ki, yorgunluğunu gidermenin ya da yanlışları görmezden gelmenin yolunu birkaç kadehte bulmuş diye düşündüm.)
Musa’nın 1901 yılında Dağıstan’da başlayan hayat yolculuğu, 23 Nisan 1964’te Bursa’da son bulmuştu. Bursa gazetelerinde muhabir olarak çalışmış, ayrıca köşe yazarlığı yapmıştı. Yıllarca Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinin Bursa temsilcisiydi. Bursa’da sporun, sanatın, eğitimin, sanayinin ve turizmin gelişimiyle ilgilenmiş, Stad müdürlüğü ve kayak ajanlığı görevlerinde bulunmuştu. Basın şeref kartı alan ilk gazetecilerdendi. Aynı zamanda Bursa Gazeteciler Cemiyeti’nin de kurucu başkanıydı.
Bunca sene içinde; 1944 yılında “Bursa Kılavuzu”nu, 1948 yılında “Tarih ve Tabiat Şehri Bursa”yı, 1949 yılında “Bursa Sanatları”nı, yine 1949 yılında “Dünya Cenneti Uludağ”ı, 1960 yılında “Elli Yıl Önce Bursa” kitabını, 1952 yılında da “Bursa Kaplıcaları ve Otelleri Broşürü”nü yayımlamıştı. Gazete küpürleri içinde 1948 Turistik ve Ekonomik Bursa broşürü reklamı da gördüm. Çıkıp çıkmadığını bilmiyorum.
Yazılarını; Fıkra, Görüşler Düşünceler, Doğuşlar, Bir iki satırla, Bursa Mektupları, Memleket Mektupları, Siyasî İcmâl gibi başlıklar altında toplamıştı.
Gazete küpürlerini okurken 1948 yılına ben de onunla birlikte, Musa Ataş’ın o dönem çalıştığı Hacıağa gazetesinin bodrum katında (bodrum palasta) gazete çalışanları ile birlikte, radyo başında girdim. Havaların ve insanların eskisi gibi olmadığını, bunun sebebinin de atom bombası olabileceğini anlattığı ironik yazısında, tüm o etkilerin hâlâ daha devam ettiğini düşündüm.
Henüz 19 yaşlarındayken Birinci Dünya Savaşı’nı da, Kurtuluş Savaşını da cephede yaşamıştı. İkinci Dünya Savaşı’na girmemiştik ama o yazılarında hep savaşa hazır olmamız gerektiğini savunuyordu. İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra yazdığı yazılarda da bu endişesini ve ordumuzun da ülkemizin de güçlü olması gerektiğini sık sık dile getiriyordu.
Yazılarını giderek, görerek, konuşarak, dinleyerek, sorarak yazmasının yanında, yurt dışı haberlerini radyodan dinleyerek yazıyordu. Bir yazısında Moskova’daki 1 Mayıs Bahar Bayramı’nı radyodan dinleyerek anlatmıştı.,
Bir yazısında onunla ve Hacı Ağa gazetesi sahibi Lütfi Can ile birlikte ben de Yalova’ya gittim. Otomobilleri Yalova’ya vardığında vapur kaçmıştı ve Musa Ataş İzmit körfezini dolanarak yaptıkları ızdıraplı yolculuğu öyle muzip bir dille anlatıyordu ki, gülmemek kâbil değildi.
19 Dakikada İstanbul
“Musa Ataş 19 Dakikada İstanbul’a nasıl uçup gittik” yazısına, “Hayatta ‘heyecan’ kadar sevdiğim bir şey yoktur.” cümlesiyle başlamış. Kurtuluş savaşında girip çıktığı muharebelerden beri heyecanlı hareket ve hadiselerden hoşlanmayı adet edindiğini, kayak sporu ve dağcılıktan bunun için çok zevk aldığını söylemiş. Yazısında, ilk defa 1932 yılında Bursa’da ad konma töreni yapılan bir askerî tayyare ile uçtuğunu, Türk Hava Kurumu’nda Basın temsilcisi bulunduğu için o zamanki reisin kendisinin uçmasını istediğini, bindiği tayyarenin pilotunun Eskişehir hava mektebinde uçuş muallimi üsteğmen Azmi olduğunu, Azmi’nin ona türlü çeşit akrobatik hareketler ile uçuş keyfini yaşattığını, fakat o günkü tayyarelerin bugünkü tayyarelerin yanında sivrisinek kadar küçük kaldığını anlatmış. Yolculuk için biletleri iki gün önce almışlar, 13:15’te Buntaş önünden hareket edip 13:30’da havaalanına varmışlar. Uçak 21 kişilikmiş. Koltukların önünde, (diğer koltuğun sırtında), birer kese kâğıdı varmış. Emniyet kemeri bezdenmiş. Hareketten önce kulaklar için birer parça pamuk dağıtılmış. Ama o yüksekliğe dağcılıktan alışık olduğu için pamuğu kullanmamış. 13:55’te motorlar çalışmaya başlamış. Tecrübeli pilot B. Basri’den uçağı Bursa üzerinde bir tur ettirmesini rica etmiş. Pilotun Bursa üzerinde attığı turu, uçağın Mudanya’ya yönelişini, Marmara’dan geçerek Yeşilköy’e inişini an be an anlatmış. Uçuştan o kadar memnun kalmış ki; “19 dakika süren bu yolculukta pantolonumuzun ütüsü bozulmamış, iskarpinimiz toz olmamıştı” diyor. İnişten sonra Devlet Havayollarının bir otobüsünün kendilerini Yeşilköy istasyonuna bıraktığını, oradan trenle Sirkeci’ye gittiklerini, bu yolculuğun ise 35 dakika sürmesinin can sıkıcılığını yazıyor.
Bursa –Yeşilköy 19 dakika, Yeşilköy–Sirkeci 35 dakika diyor.
Ben yazıların içinde böyle kaybolurken kendi el yazısı ile not tuttuğu küçük defter imdadıma yetişti. Kendi hayatını yine kendisi yazarak anlatmıştı. Benim için en önemli kaynak o defter oldu.
****
Yazdığı yazıların küpürlerini keserek defterlere yapıştırmıştı. Küpürlerin bazılarının yapışkanı zaman içinde kuruyarak sayfadan ayrılmıştı ve ben o sayfaların arkalarına da baktım. Sayfa arkalarındaki döneme ait yazılar da okunmaya değerdi. Her yazı adeta geçmiş zamanlar elçisiydi.
Bir haberin başlığı, “Zeytinyağı satışlarının tanzimi — Tüccar ihracatın dolarla yapılmasını istiyor”, yanındaki haberde Tayyareci Vecihi Hürkuş’un ilkokul ve ortaokul öğrencilerine sivil havacılığı anlatmak üzere okul ziyaretleri yaptığı yazıyor. Müzeyyen Senar babasını ziyaret etmek için şehre gelmiş, Ticaret Bankası Müdürü Zeki Ulay vefat etmiş, Avrupa’da harp korkusu varmış, havacılık sporunu geliştirmek maksadı ile kurulan Kanatlılar Cemiyeti şehrimizde şubesini kurmak için yedi kişilik müteşebbis bir heyet faaliyete geçmiş, Erkek Lisesinde Namık Kemâl günü düzenlenmiş… Ve dahası…
Kalbini samimiyetle açarak kaleme alan Musa Ataş’ın yazılarında, hayat felsefesini anlamaya çalışmak, acısıyla tatlısıyla yaşadığı hayatın izlerini sürmek, klavyede her harfe dokunurken onun daktilosuna dokunan parmakları olmak, her cümlesini birlikte kurmak, onun yazılarından dönemin isimlerini öğrenmek, dedikodularına kulak vermek, meslektaşlarıyla olan tatlı atışmalarını gülümseyerek dinlemek, dertlendiği mevzuların hâlâ devam ettiğini içim burularak görmek, bu yolculukta Musa Ataş olmak hem çok keyifli hem de çok ama çok anlamlıydı. Adeta zamanda yolculuktu.
Yazılarını elektronik ortama tek tek aktarırken ben O oluyordum. Sonra O herhangi bir anda benim bedenimde canlanıyor ve yaşamaya başlıyordu. “Bak Musa dayı,” diyordum, “hani sen böyle böyle anlatmışsın ya, şimdi onlar şöyle şöyle oldu. Bak senin yürüdüğün caddeler şimdi böyle, bak tek katlı bahçeli evlerin yerinde sıra sıra apartmanlar var, bak eski Çelikpalas hâlâ yerinde ama daha sonra yapılan otelin yanında Gulyabani gibi upuzun camlı bir otel diktiler. Üzüleceksin ama Uludağ’a eskisi kadar kar yağmıyor, trafik keşmekeşinden kurtulup Bursa’dan çıkabilirsek Mudanya’ya gitmek 15 dakika, gelsin diye çok mücadele ettiğin tren ise hâlâ Bursa’ya gelmedi.”
Kâh o anlatıyor ben dinliyorum, kâh ben anlatıyorum o dinliyor. Bazen gülümsüyor, bazen hınzırlığına şapka çıkartıyor, bazen onun o naif anlatımı ile hüzünleniyor, çok zaman da “Ne kadar haklısınız Musa Dayı.” diyorum.
Biz konuşurken babam bizi kenardan izliyor. Zaman zaman söze girip, “Aferin benim kızıma!” diyor. “Hep resim yapardın, sana sergi açalım derdim ama böyle yazdığının farkında değildim. Madem yeteneğini Musa Ataş’tan aldın, onu anlatmak da sana düşer. Aferin, durma anlat!” diyor. Ben daha çok yazıyorum.
Durmaksızın yazarken, babamın, dayısı Musa Ataş’tan bahseden cümleleri çıkıp geliyor aklıma derinlerden. Babamın sesi ile Musa’nın yazıları birbirine karışıyor.
Musa Ataş ben tam 1 yaşımdayken göçmüş bu dünyadan. Ben doğduğumda “Ali’nin bir kızı daha olmuş” demiş. Evet Musa Ataş, o gün doğan o kız şimdi büyüdü ve seni yazılarından tanımaya, tanımayanlara tanıtmaya, unutanlara hatırlatmaya çalışıyor.
Musa, ablası Fatma’ya (babaanneme) ne kadar düşkünse, yeğeni (babam) Ali’yle de o kadar yakın. Babamın fiziksel benzeyişinin dışında el yazısı da Musa dayısına benziyor. İlkokulu ikinci sınıfa kadar Siği/Kumyaka köyünde okuyan bir adam olan babamın, okumaya, yazmaya ve kitaplara olan düşkünlüğünün altında dayısına olan hayranlığının yattığını söyleyebilirim. Ve tabii ki benim de…
Musa Ataş, yıllarca yazdığı yazılar ile ardında koskoca bir arşiv bırakmış. Bu arşivdeki yazıları ben de tek tek bilgisayarda yazmaya başladım. Yazarken çok zaman Musa Ataş’ın parmakları oldum, dili oldum, sözü oldum, sesi oldum. Artık cümlelerin sonunu nasıl getireceğini, söze nasıl başlayacağını biliyordum. Derin hislerle okuduğum yazılarından sonra Bursa’ya olan bakışım değişti. Bu sefer de ben onun gözleri oldum, ona Bursa’nın yeni halini gösterdim.
Yazılarını okurken ne kadar adil yazdığını, yanıldığı zamanlarda yanılgısını nasıl kabul ettiğini, her zaman hakikatin peşine düştüğünü gördüm. Vefalıydı, hakikatliydi, çalışkandı, muzipti, duyguluydu, nüktedandı, vatanseverdi, ateşliydi, tutkuluydu, sıkı bir entelektüeldi.
Musa Ataş’ın “Türk Milletinin makûs talihini yenen Birinci İnönü” başlıklı yazısını kayda geçirirken bir baktım ki günün tarihi 11 Ocak 2024. Birinci İnönü 6–11 Ocak 1921 tarihleri arasında gerçekleşmişti. Musa Ataş bu yazıyı savaşın 19’uncu yılında, yani 11 Ocak 1940’ta yazmıştı. Yazının yazılışının üzerinden geçen 84 yılın ardından yazı kitaba alınmak üzere yine aynı günde elektronik ortama aktarılıyordu.
Kitap çalışması boyunca bu ve bunun gibi pek çok kesişme içimi ürpertti, Mesela; benim hayatımda önemli yer tutan rakamların, (üstelik sırasıyla), onun basın kartının numarası olduğunu gördüğümde yaşadığım hayreti tahmin edersiniz…
Yazmaya başladığı 1920’lerden 23 Nisan 1964’teki vefatına kadar olan süredeki Bursa cemiyet hayatını, iş hayatını, kültür hayatını, Ankara ve İstanbul ile olan temaslarını ilk ağızlardan dinleyerek, görerek, yaşayarak kalem almıştı. Onun yazılarında, dönemin tarihe mal olmuş isimlerine rastlamak ne kadar da sıradandı.
Türkçesi zengin, dili edebî, yazı dili ise şimdiye göre farklı. Televizyonun henüz olmadığı, insanların havadisleri radyolardan ve gazetelerden öğrendiği zamanlar. O yüzden gazeteciler her olayı detay detay anlatıyor, adeta resmediyor. Yazılar genelde uzun, bazı yazılar ise tefrika halinde. İnsanlar okumaktan haz alıyor, çünkü okurken her şeyi kendisi de yaşıyor.
****
Hep zamanda yolculuk yapmak ister ve benim olmadığım dönemlerde neler yaşandı acaba diye düşünürdüm. Bu vesile ile 30’larda, 40’larda neler yaşandığını gördüm. Yazıların yazıldığı tarihlerdeki mevzuların kimisi eskimiş, kimisi hâlâ günceldi. O günlerde tahmin edilmeye, öngörülmeye çalışılan gelecekte yaşıyordum şimdi ben. Onların tahayyül ettiği her şey olmuş bitmişti.
Mesela 30’lu yıllardaki yazılarda konu en çok dünyanın içinde olduğu büyük çalkantıydı. O günlerde onlar İkinci Dünya Savaşı’nın başlayacağını ve savaşta 60 milyon kişinin öleceğini, savaşı bitirmek için Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılacağını henüz bilmiyorlardı.
Ama ben 30’lu yılların yazılarını okurken neler olacağını biliyordum. Dünyanın önündeki 15 yıl çok büyük acılarla geçecekti.
O, Demokrat Parti’yi ve Adnan Menderes’in muhalif tutumunu eleştiriyor; 26 Ağustos Büyük Taarruz’u anlatırken, “Afyon taarruzundan korkunç tablo” yazısında; “Ve şüphesiz biz böylece bugün kaldırıma düşen bir demokrasi (!) için harp etmiyoruz.” diyordu.
Ben ilerleyen yıllarda o meydanlara darağacı kurulacağını biliyordum.
Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış, Cumhuriyet dönemine emek vermiş biri olarak; “Bizler 19 yaşında gençler, kamyon kasalarına doluşmuş harbe gidiyorken aklımızda sadece vatan vardı” diyor ve vatanına olan bağlılığını gösteriyordu.
Keşke yazılarla değil gerçekten de zamanda geri gidebilseydik ve gidişatı değiştirebilseydik diyor insan, sonra da kendi arzusunu kendi çürütüyor. “Bu gidişlerin sonu mu var? Hadi İkinci Dünya Savaşı’nı önledin, ya Birinci Dünya Savaşı’nı, ya öncesini, ya daha öncesini, ya çok öncesini? Hangi birini nasıl düzelteceksin? Belki birini düzeltirken diğerini bozacaksın. Sen en iyisi geçmiş zamanları düzeltmeyi bırak da, kendi çağında barışı sağlamaya bak!”
Yazımın başında Şafak Etike’nin kitabından bahsetmiştim. Etike’nin kitabının tanıtım yazısı Musa Ataş’ın kısa bir özeti aslında:
“Bağımsızlık savaşında bir kurtuluş destanı yazanlar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da bir kuruluş destanı yazmaktaydılar… Musa Ataş, Bursa’da o destanın hem anlatıcısı hem de yazıcılarındandır. Musa Ataş, Cumhuriyet kadrolarının yazdığı Bursa destanını anlatmaktadır… Kurtuluş Savaşı’na katılmış bir Türk aydını, Bursa Gazeteciler Cemiyetinin kurucu başkanı, duayen gazeteci Ataş’ın 1928–1934 yılları arasında Hâkimiyet-i Milliye’de yayınlanan ‘Bursa Mektupları’ sadece Bursa’yı anlatmaz. Yüz yıl önce Cumhuriyetimizin nasıl kurulduğunu, buğdayı bile dışardan alan bir milletin kendi ipeklisini üretir hâle nasıl geldiğini bize en canlı biçimde göstererek geçmişle bugün arasında köprüler kurar… Ataş’ın Hâkimiyet-i Milliye yazılarından herkesin öğreneceği şeyler vardır. Gazeteciler, halk için ve kamu yararı için nasıl gazetecilik yapıldığını öğrenirler. Valiler, belediye başkanları ve diğer yöneticiler, o en zor yokluk zamanlarında yolların, hastanelerin, fabrikaların ve okulların nasıl inşa edildiğini, modern kentlerin imkânsızlıklar içinde nasıl kurulduğunu okurlar. Doktorlar, sıtma ve diğer hastalıklara karşı hiç karşılık beklemeden verilen büyük mücadelelere tanıklık ederler. Öğretmenler, yüzlerce yıl karanlıklar içinde kalmış bir halkı aydınlatma savaşının nasıl verildiğini görürler. Ve bu mektupları okuyan herkes, en önemlisi de gençler, Cumhuriyet’in nasıl kurulduğunu öğreneceklerdir. Ataş’ın satırlarında o ruh, yüz yıl sonra yeniden hayat bulacaktır…”
****
Yazılarında Merinos fabrikasının ülkemize sağlayacağı faydaları enine boyuna anlatan Musa Ataş’ın Merinos fabrikasının başka bir boyutunu anlatan bu yazısını o kadar sevdim, o kadar etkilendim ki, buraya da koymak istedim. Şehirle röportaj yapmak kimin aklına gelebilirdi? Kim sabahın erkeninde gördüğü bu manzarayı bu kadar etkileyici anlatabilirdi? Hem duygularını, hem bilgisini böyle insanın içine zerk olacak derecede kim harmanlayabilirdi? O Musa Ataş’tı…
Şehirden Reportaj / Sabahları Merinos fabrikasına akan insan nehri…
“Karacabey’den sabaha karşı Bursa’ya dönüyoruz. Tan yeri henüz ağarıyor, Uludağ, şehrin üstünde haşmetli bir silonet halinde yükseliyor. Bursa derin bir sessizliğe gömülmüş uyuyor…
Yalnız Merinos fabrikasına giden asfaltın üstünde bu sessizliği bozmayan sessiz bir insan nehri akıp gidiyor. Kadın, erkek, genç, ihtiyar yüzlerce ameleden mürekkep karmakarışık bir insan yığını yürüyor… Bunlar fabrika işçileridir.
Kiminin koltuğunda çantası, kiminin nevalesini saklayan bir paketi var. Sabahın ayazında pardesülerinin yakalarını kaldırmış kimseler, alaca karanlık içinde zor seçilen tipler, sabah uykusunun tatlı mahmurluğunu bozmaya çalışır gibi ağır ağır ilerliyorlar… Altıparmağı dönüyoruz, Kuruçeşme’ye çıkıyoruz. Elân bu insan nehrinin arkası alınmamış bulunuyor. Evlerinde yavrularını uykuda bırakmış genç analar, belli ki: Onların maişetini kazanmak için uykularını terk etmişler… Fecirle birlikte fabrikaya gidiyorlar. Manzara görülecek haldedir.
Merinos fabrikasının, bu memlekete hiç bir şey kazandırmadığını farz etsek, yalnız orada çalışan yüzlerce insanın geçindirdiği binlerce nüfusun bu yüzden mayişetlerini kazanması bile bu muazzam devlet müessesesinin kuruluşunda Bursa lehine kaydedilen hikmeti işarete kâfidir. Kaldı ki: Bursa’dan Çanakkale’ye kadar uzayan engin meralarda yetiştirilen Merinos sürüleri mevcudiyetlerini sadece bu fabrikaya medyun olmasınlar.
Büyük sanayide devletle birleşmenin memlekete temin ettiği en büyük kazanç da budur. Çünkü: Böyle milyonluk fabrika kuracak aramızda kaç vatandaş vardır?
Nehir akıyor ve ben bunları düşünüyorum. Bursa, bu manzarasile hakiki bir sanat şehri yaşıyor… Yolunuz düşer ve sabahın o saatinde uyanabilirseniz, Merinos asfaltının başında durup bu azametli tabloyu siz de seyredersiniz.
FIRTINA (4 Aralık 1935)
“Üç günden beri fırtınayla kucak kucağayız. Yalnız kucak kucağa değil, hatta göğüs göğüseyiz. Pençeleşiyoruz. Yakamızı şapkamızı sımsıkı tutuyoruz. Buna rağmen yenimiz, eteğimiz açılıyor; ensemizden giren bir tutam toz, soluğu sırtımızdan belimizde alıyor, kaşınıyoruz, mustarip oluyoruz; evimizde sallanarak bizi rahatsız eden, uykumuzu kaçıran camı, dörde bükülmüş kâğıt parçalariyle sıkıştırdığımız halde o; bu camı isterse top gibi yerinden koparıp alıyor ve bin parça ederek uzaklara götürüyor.
Bunun adına (Lodos!) diyorlar. Bence bu bir lodos değil, tabiatın insanlara verdiği bir hayat ve ibret dersidir.
Yüz binlerce yıllık tabiat hayatı içinde insanın bir tutamlık hayatı da işte böyledir.
Günlük güneşlik ve bulutsuz geçer gibi görünen hayatı günün birinde müthiş bir fırtına ile karşılaşacağı zaman insan iki hal ile baş başa kalır!
Birincisi; eğer bu fırtınaya karşı göğüs gerebilirse mücadeleyi kazandı gitti demektir.
İkincisi; onun ortalığı kasıp kavuran sağanaklarına dayanamadığı gün; tıpkı Setbaşı köprüsünden yuvarlanıp giden şapkalar gibi bu hayat mücadelesinde göz göre göre partiyi kaybetmiş olur.
Tabiatın verdiği her ders; küçüklerden tutunuz da büyüklere kadar herkes için en kuvvetli ibret levhasıdır.” Bu yazıyı yazdığında, gün gelip hayatının Setbaşı Köprüsü’nden yuvarlanıp giden şapkalara benzeyeceğini bilir miydi hiç…
VİDEOYU İZLE: https://www.youtube.com/watch?v=ymjvtPWK7Nk&t=664s