Kemal Derici
“Allah’tan başka galip yoktur.” (Yusuf Suresi 21. Ayet)
Sinema efsanelerinden David Lean’in yönettiği, Alec Guines, Peter O’Toole ve Ömer Şerif’in rolleri paylaştığı “Arabistanlı Lawrence” filminde üzerimde en çok iz bırakan sahnelerden biri İngiliz Ajan Lawrence ve onun Osmanlı’ya karşı kışkırttığı Prens Faysal arasında geçen diyalog sahnesiydi.
Faysal, Lawrence’in ve İngilizlerin Arapları küçük ve ilkel gören tutumlarından rahatsız olduğunu belirterek; Londra küçük bir köyken Cordoba’nın 3 kilometre boyunca uzanan fenerlerle aydınlanan muazzam bir şehir olduğunu, kendilerinin de bu medeniyetin mirasçılarından olduğunu söylüyordu.
Şayet bana zamanda yolculuk mümkün olsaydı ve 10. yüzyılda nereye gitmek istediğimi sorsalardı üç kent söylerdim:
Konstantinapolis, Bağdat ve Kurtuba.
Söz konusu kentler dönemlerinin en bayındır, en gelişmiş yerleşim merkezleriydi. Etkileyici, muhteşem ve adeta büyüleyici güzellikteydiler. İspanya’yı ilk kez 9 yaşındayken bir plakta dinlediğim Yahya Kemal’in “Endülüs’te Raks” şiiriyle duymuştum. Çocukluğumda ansiklopedi ve dergi karıştırmayı sevdiğimden bilincine varamasam da El Hamra Sarayı’nın resimlerine bakmak hoşuma gider, Binbir Gece Masalları ile paralellik kurmaya çalışırdım. Başka bir yazımda söz ettiğim Sanat Tarihi hocam Akide hanım, dönem ödevini sınıftaki her öğrenciye ayrı konu seçerek vermiş, bana da El Hamra Sarayı düşmüştü. Ödevi teslim ettiğim tarihi 1979 idi. 30 yıl sonra yani 2012 yılında İspanya’ya yaptığım gezide sarayın bölümlerini gezerken ödevle ilgili hatıralarım canlandı. Nasri Hanedanı’ndan 5. Muhammed’in yaptırdığı avluyu gezerken ispirtolu kalemlerle aslanlı havuzu ve revaklı avluyu resimlediğimi hatırladım. Yaklaşık 700 yıl süren İslam egemenliğini başlatan Emevi Komutan Tarık bin Ziyad’ın hikayesini rahmetli dedem ve babamdan dinlemiş, lise çağlarında da derslerde okuyarak öğrenmiştim. Komutan Tarık, ordusunun geri dönmesini engellemek için gemilerini yakmış, “Arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman” sözleriyle askerini motive etmişti.
Sarayı dolaşırken son sultanın hangi duygularla ülkesine veda ettiğini, annesinin ona gözyaşları dökerken; “Erkek gibi savunmadığın yurdun için şimdi kadın gibi ağla” demesini düşündüm. Slerra Nevada Dağı’na Daro ve Ganil ırmaklarına bakarken Gırnata üzerine yürüyen İspanyol ordusuna karşı yüreği burkularak bakan Sultan’ın çaresizliğini benliğimde yaşadım. Katolik vandalizmin mahvettiği cami, kitaplık ve bayındırlık eserlerini gözümde canlandırmaya çalıştım. Kurtuba Camii’nin kesilen sütunlarını ve içine yapılan zevksiz Katedrali hatırladım. Engizisyon müzesindeki işkence aletlerini görünce insanlık onurunun zulümle kaç sınavdan geçtiğini acı acı düşündüm.
Bu fanatik kafaların yalnız Müslüman ve Yahudilere kıymadığını, iç savaş sırasında Şair Lorca’yı nasıl ortadan kaldırdıklarını gözden uzak tutmadım. Dogmatik kötülük ve caniliğin din, mezhep ve ideoloji ile açıklanamayacağını asla unutmamalıyız. Kalıcı bir dünya barışı için yaşadığımız gezegenin daha güzel, daha yaşanası olması için insanı insan yapan değerlere saygı duymalıyız. Hangi ulus, inanç ve fikirden olursak olalım insanlık ideallerinin kalıcı bir şekilde yaşatılmasının bu şekilde mümkün olacağını düşünüyorum.
Paylaşımcı, saygılı ve dayanışmacı bir dünyaya kavuşabilmemiz için kişilerin ve toplumların ne yazık ki daha uzun süre bedeller ödeyeceği anlaşılıyor.
Dipnot: Yazının başındaki ayet, El Hamra Sarayı’nın duvarlarında yazmaktadır.