Yılmaz Katran
Dostlarım;
Öncelikle uzun zamandır yazılarıma ara vermiştim. Yeniden tüm dostlarıma merhaba diyorum. Yazılarımı bir nevi sizlerle sohbet etmek ve fikir alışverişinde bulunarak; bizleri idare eden yöneticilerimizden isteklerimizi iletebilmek için kaleme almayı düşünüyorum.
Bu makalemde sizlerle yaklaşık iki yıldır ekonominin zor günleri, korona hastalığı derken Rusya-Ukrayna Savaşı’nın tüm dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de açtığı yaralardan dolayı zor günler geçirmekte olduğumuz hakkında dertleşmek istedim. Dünya artık çok küçüldü. Teknoloji o kadar ilerledi ki; iyi-kötü her şey tüm ülkeleri ilgilendiriyor. Bunu en iyi Rusya savaşından örnekleyebiliriz. Savaşan iki ülkenin tahıl sevkiyatının durması, Rusya’nın doğalgaz kısıtlaması, petrol fiyatlarının yükselmesi gibi etkenlerin dünyada ekonomiyi alt üst ettiğini gördük. Bu durumda ülkemiz dahil bir çok ülke dışa bağımlı enerji kullanımından dolayı bu felaketi daha fazla hisseder duruma geldi. Şunu da söylemeliyim; bu durumda pek fazla hükümete mana bulmanın da anlamı olmadığına inanıyorum. Bu durumun hiç hesaba katılmayan bir felaket olduğunu düşünüyorum.
Bu durumda önce petrolün dünyada pahalılaşmaya başlaması, dışarıdan almaya mecbur olduğumuz tahıl ve sanayiye alınan araç gereçlerde büyük fiyat artışları, dolar ve euronun yükselişi ile ekonomimiz tam bir çıkmaza girdi. Bu çıkmazda en büyük zarar; çiftçimize, besicilik yapan üreticilere, küçük ve orta esnafımıza oldu. Hükümetimiz dövizin yükselmesini bir türlü durduramıyor, ihracatımız ile ithalatımız arasındaki ithalatın oldukça yüksek olması buna mani oluyor.
Bütçe devamlı açık veriyor. Dövizin yükselmesi de pahalılığı körüklüyor ve bu nedenle zor durumdaki işçi, memur, esnaf mağdur duruma geldiğinden hükümet çareyi ücretleri arttırma ve esnafa nakdi yardım yapmakta buluyor. Bu son iki yılda üç dört kez maaş ve ücretlere yüklü zamlar yapıldı. Esnafa ve çiftçiye nakdi yardımlar oldu. Ama yapılan zamların ne faydası oldu diye düşünürsek; daha zamları almadan tüm kullanılan malzemelerin fiyatları arttı ve kısa zamanda verilen farkların hiçbir değeri kalmadığını görüyoruz.
Bu duruma bir çare bulunmadıktan sonra verilen yeni zamların da hiç bir etkisi olmayacak. Sadece alınan ve harcanan paranın adı büyüyor ama alım düşüyor. Burada, “Geçen sene şu ürünleri bu fiyatlara alıyorduk, bu sene ise şu kadara alıyoruz. Geçen sene daha az parayla şimdikinin iki üç kat daha fazlasını alabiliyorduk” demeye lüzum görmüyorum. Çünkü hepimiz ev geçindiriyoruz. Şu anda hiç bir kesim durumundan memnun değil. Verilen veya verilmesi düşünülen maaş ve ücretler, çiftçiye ve esnafa yardımlar sistem olarak işe yaramıyor. Nedense gene zamlar için hükümetimiz müjde haberi veriyor. Ancak şimdiden marketler etiketleri hazırlamaya başlamıştır bile. Buna artık bir çare üretmek lazım diye düşünüyorum.
1977-1978 yıllarında Ecevit hükümeti döneminde ambargo yüzünden bizler o zamana kadar enflasyonu tam olarak görmemiştik. Ülkemizde enflasyonun ne olduğunu yaşayarak öğrendik. O günlerde tesadüfen okuduğum bir makaleyi şimdi anımsıyorum. Makalede Hollanda 2. Dünya Harbi’nden çıkmış, yeni yeni fabrikalar kurmuş, devlet memurları ve işçiler çalışmaya başlamıştı. Ancak alınan maaş ve ücretler yeterli değildi. Her yıl yeni sözleşmeler zorluklarla alınıp veriliyordu. İşte benim dikkatimi çeken durum şimdi ortaya çıkıyor. O dönemde Hollanda halkının elindeki para, her yıl verilen maaş artışlarına rağmen eline geçer geçmez kısa zamanda bitiyor. Şu an bizim durumumuzda olduğu gibi!
Böyle olunca paranın zamlarla eridiğini anlayınca tüm sendikalar ve ücretler için masaya oturan kuruluşlar, “Biz zam istemiyoruz. Hükümet kontrolünde olan tüketim malzemelerinin zamlarını durdursun. Sübvanse etsin. Bize vermeyi düşündüğü miktarla onları organize etsin” diye anlaşıyorlar ve düzlüğe çıkıyorlar. Yani bizim ülkemizde de hükümetin sürekli maaş ve ücret artışı düşünmek yerine, kendi idaresinde olan enerji fiyatları, çiftçiye gübre ve tarım ilaçları yardımı, un, et, süt üretimine destek vererek fiyatların yükselmesini durdurması, sürekliliği olan bir rahatlama sağlamaz mı? Bence sağlar diye düşünüyorum. Bunları yapabilirlerse cennet vatanımızda gelişen teknoloji yardımı ve zirai planlamalarla bu ülke dışarıdan buğday, bakliyat almak değil; onların ihracatında miyarlarca dolar yurdumuza gelir sağlar.
Şuna inanıyorum nüfusumuz 70 milyonken ve 20-21 milyon ton buğday üretirken, şimdi 84 milyon olmuşuz ama bu üretim 18 milyon tona düşmüş. Besicilik de aynı. Her yıl canlı hayvan eksiliyor. Ülkemizde petrol yok. Mecburen dışarıdan alacağız. Ama toprağımız ve suyumuz ondan kıymetli. Artık toprağa gereken önem verilmelidir. Uçuk kaçık planlamalarla zaman kaybetmeye vaktimiz yok. Ev fiyatları uçtu. Kiralar insanın feleğini şaşırtıyor. Şu anda yurdumuz görünmez bir istila ile karşı karşıya. Yaklaşık 7-8 milyon yabancı barındırıyoruz.
Bunların ikameti, hastalığı, eğitimi, düşkünlerine yardımı tamam da, ülkelerinde harp bittiği halde neden hala buradalar anlamıyorum. Niçin kısa zamanda ülkelerine geri yollanmıyorlar. Milyonlardan bahsediyoruz. Ne mecburiyetimiz var ki onları beslemeye. Bu durum; “Meydanda sadaka isteyip, uzak sokakta sadaka vermeye benziyor.” bence. Buna başka bir yakıştırma yapamıyorum. Benim yurdumun ihtiyacı olan insanlar dururken, bu lüks bizi aşıyor.
Bir örnek yine Hollanda’dan vereceğim. Hollanda’nın yüzölçümü yani tüm toprağının ölçümü 43 bin kilometre kare. Yani Konya’dan 5 bin km2 kadar büyük. Ancak zirai ihracatı 130 milyar dolar. Bizim toprağımız 776 bin kilometrekare. Yani Hollanda’dan 18 kat büyüğüz. Bizim zirai ihracatımız ise yalnızca 30 milyar dolar. Bu tamamen bizim ülkemizde tarımla alakalı işlerin başında olanların ayıbıdır diye düşünüyorum. Daha yazılacak çok maddeler var ama diğerlerine daha sonraki yazımda değineceğim. Şunu da sakın unutmayın; biz ne ümitsizlikler yaşayıp, ne savaşlar atlatmış bir milletin küllerinden doğan evlatlarıyız. İnanıyorum ki bu günlerde geçecek. Birlik ve beraberlik içinde bu zor günleri de aşacağız.
Haydi kalın sağlıcakla.