İsmail Hakkı Özsarı
Önceki yıllarda çocukları öğrencim olan iki aile bir akşam evime misafirliğe gelmişlerdi. Bir ara televizyondan fırsat bulup sohbete daldık. Öğretmenlerin konuştuğu konular ne olacak: Okul, öğrenciler, eğitim sorunları v.b.
Söyleşinin ana konusu çocuk eğitimi ve özellikle de çocukların birbiriyle kıyaslanması oldu. Bendeniz bu tutumun yanlışlığından uzun uzun söz ettim. Tüm çocukların hatta büyüklerin bile bir başkasıyla kıyaslanmaktan duydukları rahatsızlığı anlattım.
Neyse misafirlik sona erdi. Gitme vakti geldi. Ayağa kalktılar, annelerden birisi kapıya doğru arkadaşıyla yan yana yürüyen kızına ne dese beğenirsiniz.
“Bak arkadaşın nasıl incecik, dal gibi. Sen durmadan ye bakalım. Fıçı gibi oldun.” Ortalık buz gibi kesti. Yavrum kız çocuğu çaresiz bir durumda utanıp kızararak yüzüme baktı. Ben eşime baktım. İçimden; demek ki iki saattir “havanda su dövmüşüz” dedim.
Aile içinde de kıyaslamalara çok sık rastlarız. “Bak ağabeyin nasıl yaptı, sen de yap.” “Sen de ablan gibi derli toplu olsana.”
Aile dışı karşılaştırmalar da sıkça yapılır. “Bak Hasan Bey’in oğlu tıbbı nasıl kazanmış. Bakalım sen nereyi kazanacaksın?”
Şöyle bir düşünün: Sizi bir başka meslektaşınızla kıyaslasalar ve de eksik buldukları yönlerinizi yüzünüze söyleseler, kendinizi nasıl hissedersiniz? Yine eşlerini bir başkasının eşiyle kıyaslayanlar da aslında evlilik birliğinin temellerini dinamitlemektedirler. Sözün özü hiç kimse kıyaslanmaktan hoşlanmaz.
Bu kıyaslamanın zararlı etkilerini şöyle bir sıralayacak olursak.
1) Kıyaslama yaptığınızda bir başkasına olan hayranlığınızı ifade ederken, çocuğunuz için bu duyguları taşımadığınızı ve hatta O’na karşı güvensizliğinizi ima etmiş olursunuz.
2) Kıyaslamanın özünde sonuç odaklı bir tutum yatar. Çocuğunuzu bir başkasıyla kıyasladığınızda O’nun başarılı olabilmek için gösterdiği gayretleri göz ardı etmiş olursunuz. Bu durumun farkına varan çocuk hayal kırıklığına uğrar. Çalışma şevkini yitirir.
3) Çocuk yaşam deneyimlerini sadece sonuç olarak değerlendirirse sürekli karşısına, “başardım” ve “başaramadım” seçenekleri çıkar. Bu iki seçenek arasında kalan çocukta gelişme olanağı bulamaz.
Ne yazık ki toplumumuzun bakış açısı ve değerlendirmesi hep sonuç odaklıdır. Olaylara ya hep, ya hiç anlayışı ile yaklaşılmaktadır. Oysa sonuçtan daha önemli olan sonuca ulaşmak için gösterilen gayrettir.
Sonucun önemsendiği ve atasözü niteliğinde söylemlere sıkça rastlarız. Örneğin; “Hatice’ye bakma, neticeye bak.” “Deniz ne kadar dalgalı olursa olsun, rüzgar nasıl eserse essin, insanlar bunlarla ilgilenmez. Senin gemiyi gideceğin limana ulaştırıp, ulaştırmadığına bakarlar.”
Doğrusu, Hatice’ye de bakmak, neticeye de bakmaktır. Doğrusu, rüzgara ve dalgalara karşı verilen mücadeleye de saygı duymaktır.
Yıllar önce yaşadığımız bir olayda küçük kızımın bana verdiği dersi hiç unutamam.
Yaz tatilini geçirdiğimiz tatil beldesinde bir akşam küçükler arasında eğlence amacıyla yarışma düzenlenmişti.Yarışmanın konusun oryantal dans yarışmasıydı. O zaman henüz altı yaşında olan kızımın rakipleri aynı yaş gurubundan olan Hande, Pınar, Bahar ve Aylin’di.
İlk elenen kızımın ağlayıp üzülmesini beklerken ne dedi biliyor musunuz? “Olsun. Ben elimden geleni yaptım. Yarışmada herkes birinci olamaz ki. Sadece bir kişi birinci olabilir.”
Kızım böyle söylemekle doğal olarak biz büyüklere çok anlamlı mesajlar veriyordu.Şöyle demek istiyordu; Siz sonuca odaklanmışsınız. Sadece sonuçla ilgileniyorsunuz. Oysa ben ne kadar gayret gösterdim. Tüm bu çabaların sizce hiç mi değeri yok?
Ben de siz ana babalara diyorum ki; Çocuğunuzun çalışmalarında sadece sonuca odaklanmayın. onun gösterdiği çabaları fark edin. Önemseyin. Bu arada kendisine şu iki davranış modelini geliştirmede yardımcı olun.
1) Çocuğunuz her ne yaparsa yapsın, ama elinden gelenin en iyisini yapsın.
2) Yaptığı işi şevkle yapsın.
DUYGULARIMIZI YÖNETİBİLİYOR MUYUZ?
İnsanımız,
– Güçlü olduğu zaman neden zalim oluyor da, güçsüzlüğünde zavallılaşıyor?
– Neden güçlünün önünde eğiliyor?
– Duygularını açıklarken neden kızarıp bozarıyor? Neden sıkılıyor. Neden kekeliyor?
– Neden başkasının hakkını yemeyi açık gözlülük sayıyor?
– Neden sorumluluk almaktan kaçıyor?
– Neden suçu hep başkasına atarak rahatlama yolunu seçiyor?
– Neden insanların yüzlerine söyleyemediklerini arkalarından konuşuyorlar?
– Neden aşağılık kompleksi içinde kıvranıp duruyorlar?
– Neden oldukları gibi görünmüyor ya da göründükleri gibi olmuyorlar?
NEDEN, NEDEN, NEDEN?…
Çünkü duygularını yönetmeyi bilmiyorlar. Duygular karışınca, akıl da karışıyor. Böyle olunca da hayat çekilmez oluyor.
Oysa doğru olanı, beyinle yüreği, akılla duyguları aynı çizgide buluşturmaktır.
Eğer böyle yapmayı başaramazsak rahatlayamayız.
Tıpkı ateşi yükselen bir hastanın yastığını ters çevirdiğinde rahatlamaması gibi.
Pekiyi ama duyguları yönetmek nedir?
Duyguları yönetmek, onları gizlemek değildir. Duyguları yönetmek, kendinin farkında olmaktır. FARKINDA OLARAK YAŞAMAKTIR:
Kendinin farkında olmak, kendi değerini anlamaktır. Kendi değerini anlamak başkalarının da değerini anlamaktır.
Duyguları yönetmek; kendini ölçebilmek, isteklerinin ne ölçüde gerçekleşebilirliğinin farkına varmaktır.
Duyguları yönetmek dengeli bir yaşam sürebilmek için planlı ve programlı olabilmektir. Duygularını ve aklını bir arada yönetmeyi başarabilenler mutlu birer birey olurlar. Mutlu bireyler de mutlu toplumları oluşturur.