İsmail Hakkı Özsarı
Evleneli epey süre geçmiştir. Zaman geçtikçe yaşamları monotonlaşır. Sıkılmaya başlarlar. Bu sorun giderek büyür ve çekilmez bir hal alır.
Ne yapsınlar, çözüm aramaya başlarlar ve sonunda çevrede bilge olarak bilinen birisine baş vururlar. Bilge de kendilerini eğlendirecek bir “ALTIN TOP” sahibi olmalarını önerir. Öneri üzerine doğruca kuyumcuya giderler ve kendilerine bir altın top bulmasını isterler.
Kuyumcu onların bu isteğini yerine getirir.
Evde oldukları zamanlarda “altın topu” birbirlerine atıp-tutarak oynamaya başlarlar. Ancak hiç de eğlenmediklerini fark ederler.
Tekrar bilgeye giderler, sorunlarının devam ettiğini söylerler. Bilge; “Ben size altın top derken, bebek sahibi olun demek istedim, çünkü bebek dediğin altın toptur.” der.
Sevgili okurlarım;
Bu öyküyü niçin anlattım biliyor musunuz?
Bizim ülkemizde herkes her şeyi, bilir. Ama önemli olan “İNSAN YETİŞTİRME” konusunda biraz cahildir.
Bakın değeri beş bin lira etmeyecek olan bir Hacı Murat’ı kullanacak insandan bir sürü yeterlilik içeren belge istenir. (ilköğretim diploması, sağlık raporu, sürücü belgesi… vs)
Oysa yarınlarımızı, ülkemizin geleceğini emanet edeceğimiz çocuklarımızı yetiştirenlerde hiçbir yeterlilik aranmaz.
Çocuk bizim kızdığımızda döveceğimiz, neşelendiğimizde seveceğimiz, stresimizi atacağımız bir nesne değildir.
Çocuk eğlence aracı değildir. Çocuk geleceğimizin sigortası değildir. Çocuk ucuz emek kaynağı değildir. Çocuk yarış atımız değildir.
Doğrusu her çocuk bir candır. Can önemli olmak ister. Can ciddiye alınmak ister. Can cana dokunmak ister.
Çocuk dediğin taze dikilmiş bir kavak fidanı gibidir. Bir jilet alıp bu fidanı jiletle çizerseniz o anda sadece iki damla göz yaşı akıtır. Çizdiğiniz yer belli bile olmaz. Ancak, kavak ağacı büyüdükçe çizilen yer de büyür. Nasırlaşır. Çirkinleşir. Sonunda defolu bir ağaç olarak doğadaki yerini alır.
Yani çocuk eğitimi hata affetmez.
Bir psikiyatrın anılarında okumuştum: Adamın dört kızı ve bir de oğlu vardır. Oğlu çocuklarının en küçüğüdür. Anadolu’da kırsalda yaşarlar. Kızlarından zamanı geleni evlendirir. Hepsi bitince altı yaşındaki oğlunu yanına alarak büyük şehre gelir. Tek odalı bir gecekonduya yerleşirler. Oğlunu ilkokula yazdırır. Boş zamanlarında da yanında inşaat işlerinde çalıştırır.
Adam sert mizaçlıdır. Oğlu hata yaptığında anında cezalandırır. Bunun yanında iyi şeyler yaptığında da ödüllendirir. Ödül çok tuhaftır. Tek oda ve tek yatakları olduğu için aynı odayı ve aynı yatağı paylaşırlar.
Eğer çocuk o gün iyi bir şey yaptıysa ödül olarak oğlunun bedeninin dokunulmaması gereken yerlerine dokunur. Bu iş yıllarca sürer.
Sonunda baba ölmüştür. Oğlu ise liseyi bitirip inşaat alanında çok başarılı işler yapar. Zamanla holding sahibi olur. Ancak delikanlının çok önemli bir sorunu vardır. Zaman zaman bunaltı nöbetlerine kapılır. Kriz geldiğinde kendini dışarı atar. Tanınmaması için tebdili kıyafete bürünür. Şehrin işçi pazarlarının olduğu kenar semtlerine gider. Kasketli, eski elbiseli, yırtık ayakkabılı, sarı dişli, ağzı tütün kokan birini görünce yanına yaklaşır. Yakınlık kurup bir yolunu bularak aynı otelde kalmayı başarır. Gece olunca hatırı sayılır paralar vererek küçükken babasının kendisine yaptıklarının aynısını bu adamdan yapması ister. İşi bitince oteli terk eder ve bir daha da aynı adamla karşılaşmamaya dikkat eder.
Aynı şeyi defalarca yineler.
Bu arada karşı cinsten nefret eder. Hatta holdingte çalışan tek bir tane bile kadın yoktur. Yani bu zengin ve başarılı adam cinsel yönden sapkın olmuştur.
Sevgili okurlarım, anlatmak istediğim çocuk yetiştirirken çok dikkatli olmalıdır. “Adam sen de zamanla unutulur, Geçmiş geçmişte kalır” denmemelidir.
ZİRA GEÇMİŞİNDE YAŞADIKLARIN GEÇİP GİTMEZ. GEÇMİŞ ŞİMDİKİ ZAMANDA DA YAŞANIR. ZİRA GEÇMİŞ DEDİĞİN KURŞUN KALEMLE YAZILMAZ Kİ SİL GİTSİN…”