Canan Ekinci Yılmaz
Narin’in 40’ı çıktı, geçen bu 40 günde katil(ler)i ortaya çıkmadı. 8 yaşındaki Narin 40 gündür toprak altında çürürken, yurdun dört bir yanında katliam üzerine katliam yaşandı.
Cinayetler vahşileştikçe herkesi sokağa çıkma korkusu sardı.
“Neden böyle olduk?”, “Ne ara buraya geldik?” minvalinde sosyolojik sorgulamalar, kendi kendine hesaplaşmalar, resmî açıklamalar, suçluları gözaltına alıp salı vermeler ve sonra tekrar yakalayıp tutuklamalar arasında savrulup duruyoruz.
Sanki tepemizde deli bir hortum dönüp duruyor ve memleketin neyi var neyi yoksa bu çılgın emişe kapılıp paramparça oluyor.
Sözlerin kifayetsiz kaldığı yerdeyiz. Aklıselim sözleri tüketti. Çünkü yıllardır gidişatın vahametini anlata anlata dilinde tüy bitti.
Beceriksiz ve kötülük saçan bir anlayışın elinde büyüyen kayıp nesiller olarak bir kez daha tarihe geçiyoruz. Ekonomik sıkıntılar, fırsat eşitsizliği, yetersiz beslenme ve yetersiz eğitim, eğitimsiz ve bilinçsiz ebeveynler ile mafya dünyası, uyuşturucu ve fuhuş batağına saplanıp içinden çıkamayan bir güruh yarattı.
Din eksenli bir iktidar döneminde “ahlâksız ve kötü” olarak büyüyen bu çocukları suçlamak işin en kolayı. Neden böyle olduklarını sorgulamak ise YASSAH!
Zaten artık onlar için vakit çok geç. O çocuklar artık toplum için büyük tehlike oluşturan birer zombi. Canlı bomba misali ne zaman ve nerede patlayacakları meçhul. Çoğu defalarca içeri girip ÇIKMIŞ! Çoğu defalarca hastaneye yatıp ÇIKMIŞ! Çoğu “Ben tehlikeliyim” diye bas bas BAĞIRMIŞ!
Lakin kimse duymamış…
****
Hiçbir sebep yokken sırf zevkine insan öldürebilen bu yaratıkları biz ne yapacağız? Ne hastaneler, ne hapishaneler bu büyük yaraya merhem olmuyor. Bilakis, yarayı daha da azdırıyor.
Ya biz, biz kendimizi onlardan korumak için ne yapacağız? Sokağa mı çıkmayacağız? İşe-okula-alışverişe-gezmeye mi gitmeyeceğiz? Kendi şehrimizde, kendi ülkemizde istediğimiz gibi yaşayamayacak mıyız? Gecenin geçinde ya da sabahın köründe sokakta olamayacak mıyız?
Hadi bu korku tünelinde kendimizi koruyarak yaşamaya alıştık diyelim, bunların hızla çoğalmalarına bakacak olursak, yarın bir gün kapımıza dayanmayacakları ne malum?
Kadın kişi olarak doğduğumuzdan itibaren hep “defans”tayız.
Biri laf atsa, hemen üstümüze başımıza bakıp kendimizde suç aradık yıllarca. Bir saat sarkacı gibi aşırı tutuculuk ile aşırı serbestlik arasında salınıp durduk. Oysa biz sadece “normal” olmak istiyorduk. Dünyaya gözünü açan her canlı gibi yaşam hakkımız vardı ve dişi doğduğumuz için cezalandırılmak istemiyorduk.
Şimdi artık kadın erkek demeden herkes risk altında.
Dengeli hayatlarda büyüyenler dengeli olmayı başarsalar da büyük çoğunluk bu kadar şanslı değil. Üstelik dengeli olmak, çığırından çıkmış bir toplum içinde güvende olmak için yeterli de değil.
Eskiden azınlıkta olan kötülük şimdi çoğunluğa ulaştı ve imhaya önce kendi çevresinden başladı. Evlatları Narin’in ölümü ile suçlanan Güran ailesi gibi, eski kız arkadaşı ile okul arkadaşını ve en son da kendisini öldüren Semih Çelik gibi, eczanede karısını bıçaklayan koca gibi, eski karısının başını taşla ezen adam gibi… Örnekler o kadar çok ki, hangi birini yazacağını şaşırıyor insan. Faillerin ismi değişiyor, olaylar ise hep aynı… Hepsi de başkasına iş bırakmıyor, kendi “sevdiğini” kendi katlediyor…
2021 yılında İstanbul-Ataşehir’de samuray kılıcıyla saldırıya uğrayarak hayatını kaybeden mimar Başak Cengiz gibi hiç tanımadığı bir kişi tarafından tamamen tesadüfî öldürülenlerin sayısı da gittikçe artıyor. Hiç tanımadığı bir insanı tren raylarına iten caniler gördük defalarca. Karşıdan gelenin, yanından geçenin, arkandan yaklaşanın niyetini nereden bileceksin? Herkes potansiyel tehlike…
Ve sen de başkaları için korkulacak birisisin. Onlar da senin kim olduğunu, niyetinin ne olduğunu bilmiyor…
Herkesin birbirine şüpheyle ve korkuyla baktığı günlerdeyiz…
****
Halkı güven ve refah içinde yaşatmakla mükellef olan ve kendi istekleriyle bu görevi üstlenen yöneticiler sokakların güvensiz, insanların huzursuz, üstelik fakir ve aç olduğunu acaba ne zaman anlayacak?
Geldiğimiz noktayı görmüyorlar mı yoksa zaten hedefleri geldiğimiz noktaya getirilmemiz miydi?
Göçlerle iyice bozulan demografik yapı, sıradanlaşan hukuksuzluk ve adaletsizlik, kapatılan ya da işlevsizleştirilen kurumlar, üretimden uzaklaştırılarak her anlamda dışa bağımlı hâle getirilen bir ülke…
70’li yıllarda liselerde Millî Güvenlik dersi vardı.
Derste Sıcak Savaş ve Soğuk Savaş konusunu anlatan komutan, soğuk savaşın toplumu çeşitli yöntemlerle bozarak yapıldığını anlatmıştı. İnsanları keyif verici maddelere alıştırmak bunların başındaydı. Yetersiz beslenme ile sağlıksızlaştırma, eğitim kalitesini düşürme, insanî bağları zayıflatma ve nihayetinde kopartma da soğuk savaşın kurallarındandı…
Ülke içine asker sokmaya gerek kalmadan, bomba yağdırmadan, tereyağından kıl çeker gibi, tertemiz bir iş değil mi?
Biz de bayrak inmez, ezan susmaz, vatan bölünmez, gerekirse göğüs göğüse çarpışırız, bir Türk cihana bedeldir, gelecekleri varsa görecekleri de var, bir gece ansızın gelebiliriz diye kendi kendimize babalanalım.
Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş.
Atın yularını da “bizim çocuklar” tutmuş…
O tekerlemedeki gibi; biri tutmuş, biri kesmiş, biri pişirmiş, birileri yemiş. Geri kalanlar ise “Hani bana, hani bana!” demiş…
Sana bana kalan çöp ve b.k be güzel kardeşim…
Hem de öyle böyle değil, en büyüğünden.
Tam içinde yatıp yuvarlanarak boğulmalık…