Mustafa Arı
İstişare; Birinin veya bir heyetin fikrine müracaat etme; fikrini görüşünü alma, danışma anlamına gelmektedir. Danışmak, görüş almak demektir.
Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz Peygamberimize, dolayısıyla bütün müminlere hitaben; “(Yapacağın) iş(ler) hakkında onlara (ashabına) danış. Azmedip karar verince de Allah’a dayanıp güven.” (Al-i İmran Suresi :159) buyrulmuştur.
Bir Hadis-i Şerif’te ise: “Akıllıya danışıp onu dinleyen doğruyu bulur, dinlemeyen pişman olur.” İstişare eden doğruyu bulmaktan, hakikate ulaşmaktan mahrum olmaz. İstişare sünnettir. Bilmemek ayıp değil, sormamak ayıp olur. Ehline soran kişi, hakiki yolu da bulur.
Herhangi bir konuda istişare edilecek kişi konunun uzmanı olmalı, fikri kuvvetli, düşüncesi sağlam sahip olmalıdır. Cahillerle, haset edenlerle, düşmanlarla, korkaklarla, cimrilerle, istişare edilmemelidir. Çünkü cahil saptırır. Haset eden nimetin yok olmasını arzu eder. Düşman helakini ister. Korkak görüşünden kaçar. Cimri mal toplamaya düşkün olduğundan görüşü yoktur. Hevasına uyan hevasının esiridir, onun emrinden çıkamaz.
Kanuni Sultan Süleyman alim ve ulemaya, istişareye çok değer veren bir padişah imiş. Yapacağı işlerde 28 sene kadılık yapan Ebus-Suud efendiye sorarmış. Sarayının önündeki armut ağacını karıncalar kemirerek kuruturlar. Bunun üzerine Kanuni, Şeyhülislam Ebus-Suud Efendi’den karıncaları öldürmek için fetva ister. Ebus-sud Efendi şöyle cevap vermiş: “Yarın Hakkın divanına varınca, Süleyman’dan hakkını alır karınca”
İnsan ne kadar bilirse bilsin, ne kadar tecrübeli olursa olsun her bilenin, her tecrübe sahibinin üstünde de bir bilen vardır ve Atalarımız: “Danışan dağı aşar, danışmayan düz ovada yolunu şaşırır” demişler.
İstişare, doğru bilgiye ulaşmaya ve doğru hareket etmeye vesile olur. İstişare, insanların hata yapmasını ve yanlışa düşmesini en aza indirir. İstişare eden kimseler, işin iyisine ulaşırlar. Peygamberimiz, Uhud Savaşı’nda, Bedir esirleri hakkında, Hendek Savaşı, Hudeybiye Antlaşması, mescide minber inşası, namaza hangi usulle çağırılacağı (ezan) meselesi gibi pek çok konuda ve başka hususlarda ashabıyla istişarede bulunmuştur.
Ailede de işler istişare ile görüşülmeli, fikirler söylenmeli, istekler konuşulup karar verilmelidir. Zorlukları yenmenin, hayatı kolaylaştırmanın ve yuvayı mutlu kılmanın yolu istişaredir. Bir düşünür şöyle demiş: “Danışın ve danıştığınız kişinin görüşlerini kendi görüşlerinizle birleştiriniz ki, doğru ortaya çıksın. Özellikle gençlerimiz ülkesi, ailesi, çevresi ve kendisinin geleceği ve hayatı için bilmediklerini işin ehline, uzmanına, büyüğüne, bilenine danışarak hareket etmelidir.”
“Bin bilirsen de bir bilene danış” derler.
Hülasa; istişare Allah’ın emri, Peygamberimizin sünneti olarak önem verilmelidir. Atalarımız da, “Ulu sözü dinleyen, ulu dağlar aşar. Akıl akıldan üstündür” diyerek istişarenin gerekliliğini kısa ve öz bir şekilde ifade etmişlerdir. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
KADERE RAZI OLMAK
Kaza ve kader insanların zihinlerinin en çok takıldığı bir bilgidir. Kader ve kazaya inanmak iman esaslarındandır. Rıza, Allah’tan gelen her şeye razı olmak demektir. Allah’tan bir felaket gelse ona rıza gösterir. İnsan, bir işin sonucunun iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Hayr zannettiği şey şerle sonuçlanabilir. Şer zannettiği şey de hayırlı olabilir.
Bir Ayet-i Kerime’de Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (Bakara Suresi: 216)
Kuds-i Hadis’te ise; “Kaza ve kaderine razı olmayan, beğenmeyen ve belaya sabretmeyen, benden başka Rab arasın! Kaza ve kadere razı olmadığın, belalara sabretmediğin ve nimetlere de şükretmediğin zaman senin için Rab yoktur. Kendine Allah’tan başka bir Rab ara” denir.
Bütün sebeplere yapıştığımız halde irade ve tercihimizin dışında başımıza gelene şikayetçi olmadan sabretmek, neticesinin hayırlı olacağını bilmek demektir. Kadere rıza göstermek mutlu olmaya, rızasızlık ise mutsuzluğa alamettir.
Bazı kimseler sevmediği, istemediği bir şey olunca “kötü kader, kara talih” diyor. Kendi eliyle, tercihiyle yaptığını “alın yazısı böyleymiş” deyip suçu Allah’a atar. Çalışmaz, tedbir almaz kader deyip yatar. Gerekeni yapmaz “Kader böyleymiş” der geçer. Adam suç işlemiş, yargılanmış hapse girmiş buna “Kader Kurbanı” deniyor. Halbuki kul seçer, Allah yaratır. Allah’ın yaratması ve takdiri, kulun iradesine mani değildir. Allah kulun tercihini bildiği için öyle takdir eder.
Kadere, hayrına ve şerrine iman etmedikçe, başına gelenin asla şaşmayacağına, başına gelmemesi mukadder olanın da asla gelmeyeceğini bilmedikçe, hiçbir kul iman etmiş sayılmayacaktır. Fakirliği çalışmayla, cehaleti ilimle, hastalığa ilaçla karşı koymak kaderin kaderle önlenmesidir ve bu da gösteriyor ki insanın kaderi ikiden birini seçmektir. Kul ne zaman Allah’tan razı olur? Nimete olduğu kadar belaya da sabrettiği zaman denilir.
Bela ve musibetleri üç grupta değerlendirmek gerekir:
1- İnsan iradesinin söz konusu olmadığı bela ve musibetler (doğal afetler gibi)
2- İnsan iradesinin kısmen söz konusu olduğu bela ve musibetler (kısmen kabahatli olunan trafik kazaları gibi)
3- İnsan iradesinin söz konusu olduğu bela ve musibetler (alkollü araç kullanarak sebebiyet verilen kazalar, dikkatsizlik ve tedbirsizlik sonucu maruz kalınan hastalıklar gibi).
Bu sayılanların hepsi Allah’ın takdiri iledir. Mümine düşen ise, kaderini bilmediğinden dolayı her çeşit bela ve musibete karşı tedbir almak, bunlara maruz kalınması durumunda ise sabredip kadere inanarak teslimiyet göstermektir.
Razı olan kadere, kolay düşmez kedere denilir. Gelen belaya sabredenin, ya günahı af olur veya derecesi yükselir. Kadere iman eden, kederden emin olur.