İsmail Hakkı Özsarı
Sevgi; içgüdüseldir. Çocuğunu koruyan bir anne onu içgüdüleriyle sever. Sevgi, ilkel insanlarda da vardır; saygı ise tamamen bilincin ürünüdür. Saygı, değer vermektir. Değer bilmektir. Bir toplumun ne kadar uygar olduğu, o toplumu oluşturan bireylerin birbirlerine ne kadar saygılı olduklarıyla birebir orantılıdır.
Saygıda içtenlik vardır biçimsel değildir. Sevgi ile saygı arasındaki farkı şöyle bir benzetmeyle anlatabiliriz: “Kendimi seviyorum. Öğretmenime saygı duyuyorum.”
Saygı insan hayatının her alanında var olmalıdır. Gerçekte böyle midir? Gelin hep beraber böyle olmadığını görelim.
Önce insan hayatına saygımız yok. Tıp Fakülteleri açıyor, doktorlar yetiştiriyoruz. Sonra da sokak gösterilerinde yaralanan insanlara yardım ettiler diye onlara soruşturma açmaya kalkıyoruz. Kadına saygımız yok. Anamız, kızımız, kız kardeşimiz olan bu kadınlardan her gün birkaç tanesini öldürüyoruz. Arkasından da dönüp, “Canım O da kim bilir ne yapmıştır?” diyebiliyoruz. Kadına saygımız olmadığı bir yana, kendi kadınımıza bir kat daha fazla saygımız yok. Kendi kadınımıza karşı işlenen cinayet oranı % 400 artarken gıkımız çıkamıyor. Amerikalı kadın için nerdeyse tüm basın ağıtlar yakıyor. Ona üzünülmesin demiyorum ama bizimkilere de iki satırlık yer ayrılsın istiyorum.
Zamana saygımız yok, onu kullanmayı bilmiyoruz. Doğaya saygımız yok. Bir hayvanat bahçesi bile yokken gökdelenleri sıra sıra diziyoruz. Şehirlerin en müstesna semtlerindeki parkları A.V.M.’lere kurban ediyoruz. Lüks arabalara biniyoruz, trafik kurallarına saygımız yok. Yaptığımız işe saygımız yok. Emeğe saygımız yok. Bilgiye, bilime, bilene saygımız yok. Sanata saygımız yok, yetmiyor içine tükürüyoruz. Büyüklerimize saygımız yok. Küçüklerimize, çocuklarımıza saygımız yok. Yöneticilerimize saygımız yok. Sadece onlardan korkuyoruz. Yöneticilerin de bize saygısı yok. Kendimize, kendi hayatımıza saygımız yok. Günü geçirmeye bakıyoruz. Saygımız yoksa biz de yokuz. Bu durumda bize de yazık, insanlığa da yazık.
FIRSATLAR BEKLETİLMEYE GELMEZ
Hafta sonları gölde avlanan genç bir adamın oltasına, her zamankinden değişik türde balık takılır. O da ne? Balık çok renkli ve farklı. İlginç bir yaratık. Üstelik konuşabiliyor.
Genç adam hayretler içinde kalır. Şaşkınlığından ne yapacağını bilemez. Balık, “Eğer beni azad eder, yaşamama izin verirsen, senin üç dileğini yerine getireceğim.” der.
Delikanlı şaşkın vaziyette, “Sadece üç dilek mi?” diye sorar. Anlaşma yapalım, sen benim beş dileğimi yerine getir, bende senin hayatını bağışlayayım.”der.
Balık, “Kusura bakma dostum der.” “Sadece üç dileğini yerine getirebilirim.”
Genç adam aç gözlülüğünü sürdürür. Ama anlaşmakta da kararlıdır. “Pekala” der. Madem öyleyse dört dileğimi kabul et.
Balık bu defa bitkin bir sesle “Üç dilek, başka yok.” diye seslenir.
Bu kez genç adam düşünmeye başlar; üç dilek mi tutmalı, dörtte ısrarcı mı olmalı. Yoksa gölde başka konuşan balıkları da tutup dilek sayısını mı arttırmalı.
Nihayet kararını verir. “Peki sen kazandın konuşan balık, üç dilek tutmayı kabul ediyorum.”
Fakat balıkta ses yok. Onun bu sözlerine karşılık veremez. Genç adam sepete baktığında, artık iş işten geçmiştir. Balığın çoktan öldüğünü görür.
Eh! Ne diyelim… Kıssadan hisse.
Yaşam bize fırsatlarını belirli zamanlarda sunar. Yeter ki aç gözlü yaşamayalım. Kararlı olalım. Doğru yerde bulunalım. Yeter ki zamanlamayı iyi kullanalım.
“Aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz.” (Cladue Bernard)