İsmail Hakkı Özsarı
Sevgili okurlarım, şöyle bir çevrenizi gözlemleyin. Sokaklar asık suratlı insanlarla dolu. Yüzleri öylesine gergin ki, sinek çarpsa parçalanacak. Etrafımızdakiler durmadan kavga üretiyorlar.
Gazetelerdeki köşe yazılarında kavga. Televizyon ekranlarında kavga. Sokakta kavga. Dinlenmek için gittiğimiz lokallerin oyun masalarında kavga. Kavga etmek genlerimize işlemiş sanırsın.
İnsanlarımız yaşamı kendilerine zehir etmek için ne gerekiyorsa yapıyorlar. Ne sağlığın, ne saygının, ne sevginin, ne de kibarlığın değerlerinden habersizler. Yolda, evde, sokakta, özellikle de devlet dairesinde işi olanların ağzında şu söylemi çok sık duyarız: “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”
Böylelerine verilecek en güzel yanıt şudur: “Evet, biliyorum. Beş-on yıl sonra salyangozun bile iz bıraktığı şu dünyadan hiçbir iz bırakmadan gidecek olan dangalak bir fanisin!”
Eeey insanoğlu! Bir dakika sonra başına ne geleceğini biliyor musun? En ufak bir hastalıkta yerle bir olabilirsin. Onca malı, mülkü, parayı da yanında götüremeyeceksin. Ne demişler, “Güvenme zenginliğine bir kıvılcım, güvenme güzelliğine bir sivilce yeter.”
O halde nedir bu ihtiras? Nedir bu kavga? Nedir bu açgözlülük? Gençliğine de güvenme. Bu konuda bakın bilgenin teki ne diyor: “Bugünü düşünürüm dün geçti, yarın var mı? Gençliğime de güvenemem ki! Ölenler hep ihtiyar mı?”
Sevgili okurlarım, mutlu olmak için birazcık sevgi yeter. Hep sevildiğini bilmek. Birisinin sizi düşündüğünü bilmek. Sizi koruduğunu bilmek. Ancak şunu unutmayın: sevgi her derdin ilacıdır ama onu öğrenmek emek ister.
CEHENNEMİN ANAHTARINI ALAN ADAM
Öylesine sömürülmüştür ki, bizim Fenerciler, bunların yanında sütten çıkmış ak kaşık kalır bizzat kilise ve anlı şanlı din adamları marifetiyle yürütülürmüş bu soygun. Örneğin halka para karşılığı cennetin anahtarlarını satarlarmış.
Bir gün Hıristiyanlıkta Protestan mezhebinin kurucusu Martin Luther bu din bezirganlarına başvurmuştur. “Ben cennetin anahtarlarını satın almak istiyorum” demiş. Din adamları bu talebi kendi aralarında görüşmüşler. Adamın deli olduğuna karar verip anahtarı eline tutuşturarak başlarından savmışlar.
Luther anahtarı kaptığı gibi soluğu şehirde almış. Sokaklarda hem koşuyor hem de bağırıyormuş; “Ey insanlar cehennemin anahtarı bende. Kapısını kilitledim. Artık kimse oraya giremeyecek, siz de gidip kiliseye cennet uğruna para kaptırmayınız!”
Sevgili okurlarım nasıl düşünürsünüz bilmem ama; günümüzde böyle Martin Luther’lere de çok gereksinim olduğuna inanıyorum.
Talihsizlik bazen işe yarar
Suratı asık, üzgün, pısırık görünümlü adam saatlerce barda oturur. Önünde de bir türlü içemediği içkisi. O sırada barın kapısı açılır. Külhan bey tavırlı Temel, sert adımlarla barın tezgahına doğru yürür ve pısırık adamı iteleyerek tabureye oturur. Hiç soru sormadan pısırık adamın önündeki içki kadehini bir dikişte boşaltır. Elinin tersiyle ağzını kuruladıktan sonra; “Ne o, neden böyle surat asıyorsun, Karadeniz’de gemilerin mi battı? Neden?” diye sorar Temel.
Pısırık adam: “Bu sabah karımla kavga ettik. Beni evden kovdu. O sinirle işe geç kaldım. Patronum zaten bahane arayıp duruyordu. Beni işten attı. İşten çıktıktan sonra yolda yürürken araba çarptı. Eve gideyim belki karımla barışırım dedim. Eve gittiğimde yatakta karımı başka bir erkekle yakaladım. Artık bu kadarı fazla dedim. Kendimi öldürmeye karar verdim. Tabancayla vuracaktım. Tutukluk yaptı. Kendimi asmaya kalktım ip koptu. Doğalgazla zehirlenmeye kalktım. Onun da faturasını ödeyemediğim için kesikti. Eczaneden fare zehri aldım, buraya geldim. İçki bardağına koydum. Onu da geldin sen içtin Offfff … offfffffff. Eh ne diyelim; kıssadan hisse.
Ben ne yaptım ki?
Günün birinde şeytanın yolu bir köye düşer. Yol yürümekten yorulan şeytan, dinlenmek üzere sırtını bir ağaca dayayarak oturur. Bu arada da buzağısı kazığa bağlı olan, ineğini sağan genç bir kadın gözüne ilişir. Kadını izlemeye başlar. Daha sonra yerinden kalkar ve buzağının ipini gevşetir. Buzağı da biraz ötedeki annesinin sütünün kovaya sağılmasına dayanamayıp, debelenmeye başlar. Çünkü karnı acıkmıştır. Debelendikçe boynundaki ip biraz daha gevşer. Sonunda da hepten çözülür. Koşarak annesini emmeye gider. Bu arada süt kovasına çarpar sütler yere dökülür. Sağdığı sütün ziyan olduğunu gören genç kadının siniri tepesine çıkar. Eline geçirdiği bir odunu buzağının kafasına vurmasıyla birlikte, yavru kanlar içinde yere yığılır. Yavrusuna saldırılmasına kayıtsız kalamayan inek, kadını bir tekmede öldürür. Uzaktan geçmekte olan kadının kayınpederi ineğin, gelinini öldürdüğünü görüp, elindeki tüfeği ateşler ve ineği öldürür. Silah sesini duyan gelinin kocası koşup gelir. Karısını yerde yatar, babasını da elinde silah ile görünce, belinden silahını çekip, tek kurşunla babasını öldürür. Kısa bir süre sonra gerçeği öğrenen genç adam bu kadar acıya dayanamaz. Bir kurşun da kendi kafasına sıkar.
Bütün bu olup bitenleri bir kenardan izleyen şeytan, “Bu felaketi de bana yüklerler şimdi” der. “Oysa buzağının ipini biraz gevşetmekten başka ne yaptım ki ben?”
Sevgili okurlarım, yukarıda anlattığım ibretlik öykü, günlük yaşamımızda ne kadar çok olayı çağrıştırıyor değil mi? Örneğin; 24 saattir uykusuz otobüs şoförü direksiyon başında sabaha karşı biraz kestireyim diyor ve sonuç 15 ölü, 25 yaralı. Oysa adamcağız ne yaptı ki! Sadece biraz uyuyuverdi…
İçerisinde 5 kişi bulunan otomobil, karşı yönden gelen tırın altına girdi. Şoför ne yaptı ki, sadece 35´lik rakı içip, direksiyona oturmuştu! Yine ürününün para etmediğinden, tarlada kalmasından şikayetçi çiftçi, hayvancılığın dibe vurmasından yakınan besici, siftah yapmadan dükkanını kapatan küçük esnaf, asgari ücretle çalışan ve hatta onu da bulamayan işçi vatandaş… vs. Tüm bunlar ne yaptı ki (!) Sadece seçim zamanı gidip kendilerini yönetecekleri seçmekten başka ne kusurları olabilir ki (!)…