İsmail Hakkı Özsarı
Büyük bir bilim adamına sormuşlar;
“Sizin yetişmenizdeki en büyük etken nedir?”
Bilim adamı da “Annem” diye yanıtlamış. “Annem okuldan döndüğümde bana ‘Bugün güzel bir soru sordun mu?’ derdi.
Demokrasilerde hep soru vardır. Yanıtı da araştırmadır. Dikta rejimlerde soru yoktur, hep yanıt vardır. Kafası çalışan, zekası işlek, o konu hakkında bilgi sahibi olanlar soru sorar.
Soru sorabilmek için şunlara sahip olmanız gerekir; Cesaret, Merak, Kararlılık ve Sonucuna Katlanabilirlik.
Meselâ biz Türkler neleri merak eder, neleri sorarız;
Bilgisayarın yeni bulunduğu dönemlerde, bütün milletlerin temsilcileri bilgisayarın karşısına geçmişler, soru soruyorlar. Bilgisayarda kısa bir işlemden sonra soruyu yanıtlıyor. Bizim temsilcimize gelince o da sorusunu soruyor; “Ne var ne yok?” Bilgisayar soruyu yanıtlamak için bir sürü işlem yapıyor. Ancak sonuç yok. Sonunda bilgisayardan dumanlar çıkarak iflas ediyor.
Gerçekten de ne demektir ‘Ne var ne yok?’ Böyle sorular birer dolgu konuşmadır. Ne yapıyorsun? Nasıl gidiyor? İşler ne alemde? Hepimizin birbirimize sorduğumuz “Laf olsun, torba dolsun.” türünden sorulardır.
Bir de güvenlik soruşturması yapar gibi sorduğumuz sorular vardır. “Nerelisin, nerede oturuyorsun, evli misin, çoluk çocuk var mı?” türünden sorular bunlara örnektir.
“Anneni mi seviyorsun, babanı mı?” “Benim çocuğum olur musun?” “Çantanı bana verir misin?” gibi sorular da çocuklara değer vermemenin ve sığlığın göstergesidir.
Bütün bunların yanında altında hinoğluhinlik yatan sorular vardır; “Oğlun, gelinin ailesiyle geçiniyor mu?” “Kızını everdin mi?” “Arabanızı ne zaman değiştiriyorsunuz?” Bu sorulara açıkçası ‘sana ne be kardeşim’ diyesi geliyor.
Soru sormak bilgi işidir. Soru sormak kültür işidir. Soru sormak bir eğitim, bir edep, bir terbiye işidir. Ne zamanki soru sormayı kültürümüze yerleştireceğiz, ancak o zaman uygarlık yolunda ilerlemeye başlarız.
SORGULAYIP YARGILAMADAN CEZALANDIRMA
Adam evine telefon etmiş, karşısına yabancı bir kadın çıkmış;
“Kimsiniz?”
“Ben yeni temizlikçiyim, bu gün işe başladım.”
“Ben de o evin sahibiyim.”
“Özür dilerim ama karınız kocası sandığım bir adamla şuanda yatak odasında.”
Adam çıldıracak gibi olur. Hiddetle: “Şu anda elli bin dolar kazanmak ister misiniz?”
“Elbette”
“Git onları öldür.”
Hizmetçi on dakika sonra nefes nefese dönmüş: “Öldürdüm beyefendi, şimdi ne yapayım?”
“İkisini de arka bahçedeki havuza at.”
“Ama bu evin arka bahçesi yok ki.”
Bir sessizlik olmuş. Adam: “Pardon orası 430 80 41 değil mi?”
Karar vermeden önce iyi dinleyin. İyi araştırın. İyi sorgulayın. Sonra ömür boyu pişmanlık duyacağınız bu durumla karşılaşabilirsiniz. Toplumumuzda bu şekilde davranışlara ‘Yargısız İnfaz’ diyoruz. Yargısız infaz olayına ne kadar da sık rastlıyoruz. Yanlışlıkla başkasının yerine ölenler, suçsuz olduğu halde yıllarca hapiste yatanlar, iftiraya uğrayanlar… En azından herkesin yaşamında bir veya birkaç defa yargısız infaz edildiği olmuştur. Düşünün, hatırlayacaksınızdır. Mesela benim çok oldu. Bir tanesini sizinle paylaşayım:
Ortaokul birinci sınıfta 1-D sınıfındayım. Sınıfımızda hiç kız öğrenci yok.
Anlayacağınız argolu küfürlü konuşmalar için daha rahat bir ortam. Kendimize de 1 deliler adını taktık. Ele avuca gelmeyen bir sınıf. Başkanımız adını hatırlayamayacağım kendisine Çatko derdik.
Ben de köyden gelmiş şehir ortamına tam ayak uyduramamış, içe dönük denebilecek kadar utangaç yapıya sahibim. Teneffüslerde hele de zil çaldıktan sonra falan gürültü yapmam mümkün değil. Dalgın bir vaziyette önümüzdeki kitabı okuyorum. Birkaç kişi daha benim gibi. Sınıfta gürültü kopuyormuş ama ben o kadar dalmışım ki gürültünün farkında bile değilim.
Sağolsun başkanımız Çatko, muziplik olsun diye gürültü çıkarmayanları yazmış tahtaya. Sınıfta bir ara sessizlik oldu. Kafamı kaldırdım. Elinde cetvelle nöbetçi öğretmen girmiş sınıfa. Hiddetle başkana dönüp: “Bu ne gürültü konuşanları niye yazmıyorsun?”
Başkan da şaşkınlık ve korku içinde: “İşte yazdım hocam”
Hiç bir şeyden haberi olmayan zavallı ben ve birkaç arkadaşım neye uğradığımızı anlamadan tahtaya çağrıldık. Sevgili öğretmenimiz elindeki cetvel ile bir yanağıma, bir de öbür yanağıma öyle bir patlattı ki; cetvelin izi yaklaşık bir hafta silinmedi.
Aradan şöyle böyle 45 yıl geçtiği halde uğradığım bu haksızlığı dün gibi hatırlıyorum. İnsan yaşamında böylesine örnekler o kadar çoktur ki! İşte size bir tane daha anlatayım;
Öğretmen disiplinli bir devlet okulundan özel okula atanır. Kafasında bin bir türlü soru şüphe; “Burası özel okul. Öğrenciler kim bilir nasıl şımarıktırlar. Onları nasıl disipline edebilirim? En iyisi ilk dersten daha işi sıkı tutayım ki göz açamasınlar” diye düşünür.
Bu ön yargıyla sınıfa girer. Tüm öğrenciler ayağa kalkar; bir öğrenci hariç. Üstelik bu öğrenci öğretmenin gözünün içine baka baka ayağa kalkmaz. Zaten arkadaşlar da uyarmıştı; “Aman dikkat et. Özel okul öğrencileri şımarıktır” diye.
Öğretmen ayağa kalmayan öğrencinin üzerine bin bir hakaretler yağdırarak hiddetle yürür. Tam tokadı indirecekken diğer öğrenciler hep ağızdan: “Öğretmenim arkadaşımızın bacakları yok.”