Dündar Özseçen
Son günlerde konuşmak için uygun ortam ve fırsat bulan siyasetçi ve akademisyenlerimizin ağzından düşürmedikleri kurlar yükseldikçe, ekonomimiz bozuldukça herkesin, her çevrenin sarıldığı kurtarma reçetesi üretim ekonomisi akla geliyor.
Bana göre de az üretip çok tüketen bir toplum olduk. Millet olarak tasarrufu adeta unuttuk. Az ve rahat çalışıp, güzel ve iyi yaşamanın peşine düştük. Tamam, insanoğlunun yaradılış egoları bunun üzerine kurgulanmıştır. Hiç şüphesiz her insanın umut ve hayalleri zahmetsiz ve eziyetsiz rahat ve huzurlu bir yaşamdır. Amma; güzel ve rahat yaşam çalışmadan, zahmet çekmeden ulaşılacak bir ikramiye veya hediye değildir. Kaldı ki biz millet olarak çalışmak ve zahmetli de olsa helalinden bolca alın teri dökerek kazanmaya odaklanmış bir millettik.
Cumhuriyet döneminde çok partili siyasal sisteme geçtiğimiz 1950’li yıllardan sonra bu özelliğimizi maalesef yavaş yavaş kaybetmeye başladık. Bu yıllarda, özellikle 1960’ların sonlarına doğru 1980 yılına kadar siyasi çevreler, siyasetin dili ve akademik kesim, Türk toplumunun şehirleşmesi gerekliliği üzerinde durup, bir an önce köylü toplumundan uzaklaşılması tezini savundular. Bunda da başarılı oldular ve sonunda 80’li ve 90’lı yıllarda uygulanan siyasi ve ekonomik kararlar bunda çok etkili oldu.
2000’li yıllardaki siyasi politikalarda tarıma gereken önem verilmeyince, köylerden şehirlere inanılmaz bir göç başladı. İşte ne olduysa bundan sonra oldu!
Tarımdan karnını doyurmakta güçlük çeken vatandaşlar soluğu şehirlerde aldı. Biraz ekonomisi güçlü olanlar da şehrin rahat hayatına yelken açmakta geri kalmadı. Dededen, babadan kalma 3-5 dönüm toprağını icara verip, rahat ve huzurlu hayatı amaçladılar.
Oysa ki yönetenlerin göremediği, bilemediği veya görmek istemedikleri şey, köy demek çoluk çocuk, yaşlı, genç, kadın ve erkeğin birlikte hep birlikte çalışıp, hem kendi karnını doyurduğu, hem de ülke insanlarının aşağı yukarı tüm ihtiyaçlarını karşıladığı topluca bir üretimin adıydı. Köy; bir milletin çocuklarının karnını doyurma ve beslenmesinin adıydı. Hiç kimse ben bilirim diyerek ortaya çıkmasın. Yaşadığım yıllarda toplumun bütün akilleri köyü ve köylüyü hep “öcü” görüp, köye ve köylüye hep ikinci sınıf muamele yapma yanlışına düştüler. Kafalarında hep köylülükten çıkmak vardı. Asri ve seküler olmak yani şehirleşme toplum modelini savundular.
Şimdi kimse çıkıp da ben bunu böyle düşünmedim deme savunuculuğuna soyunmasın. Çünkü sanayi devrimini ıskalamış, çağın yeniliklerine ayak uyduramamış toplumların temel direği tarım ve hayvancılıktır. Dolayısıyla köy ve köylüdür. Biz sanayileşme iddiamızı sürdürürken bir taraftan da köyümüze ve köylümüze sahip çıkabilseydik, onları köylerinde, bağında, bahçesinde, ahırında ve tarlasında tutmanın yollarını bulsaydık, bugünler gibi kara günlerde de o toprağın dilinden anlayan, hayvanın tezeği içinde yetişen köylü nüfusumuz olsaydı, bunlar yerinde kalsaydı şimdi küçük devlet destekleri ile onları yine dedeleri, nineleri gibi, anne ve babaları gibi üretim neferleri yapabilseydik her şey daha güzel olacaktı.
Çocukları köyden alıp şehirdeki okullara taşıdık. Şimdi o çocuklar gübre yığınlarında oynamayı, köy çayırında koşmayı bilmiyorlar. Karanlıktan korkuyorlar. Çünkü karanlığı bilmiyorlar. Eli kınalı köy kadınlarının yerini, elleri ojeli gelin ve kızlar aldı. Geçmiş olsun beyler; elbirliği ile köyleri bitirdiniz, köylülerimizi koruyamadınız.
Yüzyılda başardıklarımız heba oldu. Şimdi bir yüzyıl daha uğraşıp o güzelim günleri, çalışan ve üreten vefakar, cefakar köylerimizi inşa edeceğiz ve etmeliyiz. Üretim ekonomisini mutlaka hayata geçirmeliyiz. Saygılarımla.